28 Şubat 2010 Pazar

Mükemmel Gün

İki sabahtır güneş bir parça gün ışığı gönderip odamın içine, bana göz kırpıyor. Gri bulutlarla kapalı gökyüzü kısa aralıklarla açılıyor, boncuk mavisi bir gök parçası ortaya çıkıyor. Açılan delikten telaşla süzülen kaçak güneş ışınları hoop odamın içine düşüveriyor. Perde, pencere ne bulursam açıp kedi gibi mırıldıyorum ben de güneşlenerek. Bir dakika sonra bulutlar araya giriyor ama ne gam? Yaklaşan baharın hayaliyle pırpırlanmaya başlamışım bir kere, "eşşek gibi de gidecek bu bulutlar" güvenini taşıyorum.

Çocukken de böyleydim ben. Yaz arsızı. İki parça güneşle yelkenleri fora ederdim. Bu sabah o unutulmaz günışığıyla yıkanma günlerinden birini hatırladım. Kadıköy'de yaşadığım zamanlardı. Pek küçüktüm. Belki ilkokul 3 ya da 4. Bir cumartesi günü ilk kez sıcaklayarak uyanmıştım. Tepemden aşağı nasıl bir gün ışığı boşandığını anlatamam. Pencerelerden içeri hücum etmiş saf yaz başlangıcı. Kuş cıvıltıları. Erken uyanıp kendini sokaklara atmış çocukların patırtıları... Belki de uzun süren yağmurlardan sonra havanın ilk kez düzeldiği bir gündü. İçim içime sığmıyordu çünkü yaz gelmişti ve ben de anneme yalvar yakar aldırdığım bulutlar ve gökkuşaklarıyla dolu muhteşem nevresim takımımda ilk kez uyanıyordum. O takımı bugün hala kullanırım. Uyanıp yatağın altındaki göze sakladığım eti petibör bisküvi paketini kontrol etmiştim. Yerinde duruyordu ve bu çok neşe vericiydi. Nevresim takımı ve gün ışığı da öyle. Kalkıp paldır küldür salona koşturunca bir baktım ki masanın üzerinde koca bir tepsi. İçi tepeleme çikolata dolu. Çikolataların hepsi 80'ler tarzında çiçek şekilli. Mutluluğum katlandı mı beşe. Hangi çocuk çikolataya tapmaz ki? Mutluluktan bütün evde fink attığımı anımsıyorum. Gün ışığı, gökkuşaklı nevresim, bisküvi, çikolata: Çocukluğun Mükemmel Günü.

27 Şubat 2010 Cumartesi

Günün Kadını 2

Xena Warrior Princess. Kendisi 1995 ile 2001 arasında ekran fenomeni olmakla birlikte, benim için önemini bir ömür boyunca koruyacak karakterdir. Neden mi? En önemli nedenim mitoloji elbette. Kanımca Xena, Tanrıça Athena'nın geçmiş zaman atalarımız üzerinde bıraktığı kalıcı izin yansımasıdır. Bilen bilir ki, savaşçı tanrıçaların kökeni Mezopotamya'ya, Sümer zamanında tapınılan savaş ve aşk tanrıçası İnanna'ya kadar gider. Mesela Akkad'lar kendi dillerince İştar adını verdikleri bu tanrıçayı hem kadın hem erkek olarak resmeder. Omuzlarından topuzlar, gürzler fışkıran İştar'ın inanılmaz seksi bir vücudu, ama çenesinden de sakallar fışkıran bir yüzü vardır. Uzun lafın kısası, savaşçı özellikleriyle kadınsı özellikleri bir araya getiren insanoğlunun aradan geçen altı binyıldan sonra yarattığı bir yeni tanrıça da Xena'dır. Ben de kendisinin en uslanmaz fanatikleri arasındayım yıllardır.

Sam Raimi & Robert Tapert ikilisi mitolojiyi alt üst ederek öyle güçlü bir karakter yaratmışlar ki, bir zamanlar Xena ismini taşıyan bir Amazon'un yaşadığına beni bile inandırır oldular. Çelik gibi irade, katır gibi inat, zehir gibi zeka, kasırga gibi öfke, pamuk gibi şefkat, ölümüne de adalet isteği ile biçimlenmiş Xena karakteri, antik dünya dövüş teknikleriyle harmanlandıktan sonra Yunan tanrılarının en güçlülerinden biri olan Savaş Tanrısı Ares'e sıkı bir dayak atmıştır ki, işte tam o noktada ebedi sevgimi kazanmıştır. İlk edindiğim DVD seti de elbette Xena'ya aittir (fena tuzluya oturmuştu, ama hiç pişman olmadım). Uzun lafın kısası... bu varolmayan karakterin pek çok hayatta kalma düsturunu bugün de kendime kerteriz olarak almaktayım. Hem severim, hem sayarım. Yan gözle bakıp, dalgaya alacak olanı da Amazon ruhuyla tanışma şenliklerine davet ederim.

26 Şubat 2010 Cuma

Kelekteyiz


Durduramıyorum kendimi sevgili blog. Yemekteyiz programını gördüm mü, geçip gidemiyorum artık o melun kanalı. Bilerek tam karnımın acıkmaya başladığı saatlerde çıkıyor karşıma. En sevdiğim bölüm mutfakta çekilen kısım. Ocağın üzerinde fokur fokur kaynayan tencereler, cızır cızır cızırdayan tavalar nasıl da büyülüyor beni. Profilimde de belirttiğim gibi alerjiğimdir mutfağa. İddia ediyorum benden yeteneksizi, bilgisizi, körcahili de bulunamaz mutfak meselelerinin. Kabusun ayaklı formu!!! Zavallı kuzenlerime geçen yaz atmasyon bir makarna sosu hazırlamıştım. 14 yaşındaki iki velet yarılmıştı gülmekten. Ortaya çıkan şeyi ben de anlayamamıştım zaten. Sostan başka herşeye benziyordu. Ya da yeryüzü üzerinde yaratılmış hiçbir şeye benzemiyordu. Bakan kişinin bakış açısına göre değişir...

Ama bu yemekteyiz programı yok mu... Becerikli becerikli yemek hazırlayan tipleri izlemek beni bir nevi transa geçiriyor. Taktirle, hayranlıkla izliyorum malzemelerin kesilişini, doğranışını, renk renk yeşilliğin salataya dönüşümünü, sarmaların, dolmaların meydana çıkışını. Ama mutluluğum kısa sürüyor. Adına misafir denen o kelekler gelip de o güzelim yemekleri iki didikleyip bir kenara öteleyince, hepsini Xena usülü buğulama yapmak istiyorum. Bir ipin ucunda sallanarak masanın orta yerine inmeyi, kılıcımın küt tarafıyla o keleklerin tepelerine aklı başa getirici bir kaç darbe indirmeyi, yemekleri kapıp aynı hızla ortamdan uzaklaşmayı hayal ediyorum. Tabi amazonluk var serde, ortamı terkederken de aaalilililili diye Xena zılgıtı atmayı ihmal etmiyorum. Kelekler cezasını buluyor, yemekler de hak ettikleri taktiri görüyor. Herkes mutlu oluyor.

Paço




Paço'yla çekilmiş fotoğraflarımızı gördüm bugün. Haliyle Paço'yu andım. Onun gibi gülümseyen bir köpekle daha karşılaşmadım hayatımda. Fotoğrafta da çok net görünüyor. Basbaya gülümseyen bir kuçuydu. Çok severdim kendisini. Kulübesine girip, ona sarılıp uyurdum. Kimse de korkusundan alamazdı beni kulübeden. Paço kimseyi yanıma iliştirmezdi çünkü. Jack London okumaya başlayalı, köpekle-insanın ilişkisi üzerine daha çok kafa yorar oldum. Anladım ki benim Paço tıpkı Buck'ın John Thornton'ı, Beyaz Diş'in Weedon Scott'ı sevdiği gibi sevmiş beni. Başka türlü. Anladım ki, karşılaştığım en vahşi köpeğin bile gözümün içine bakıp boyun eğişinin nedeni Paço'nun ruhumda kalan koruyucu yansımasıymış.




25 Şubat 2010 Perşembe

Gitsin Burdan On'lu Yıllar!

Yıl 2010 oldu ya... Böyle tam, küsuratsız bir sayı. İleride 10'lu yıllar diye anılacak bir sürecin başlangıcına girince kendimi çok yaşlanmış hissettim. Mesele şu ki ben 80'ler ve 90'lar çocuğuyum. Hatta damarımı kesseniz 80'ler akar. O derece bağlıyımdır o yıllara. Bu yeni yıla girince bünyem sarsıldı sevgili blog. 10'lara döndü tarih yahu! 10'lu yıllar! Kulağa nasıl da uyuz nasıl da mesnetsiz geliyor. Ben daha 80'lerdeyim 90'lardayım... Zaten 00'lı yılları da (nasıl da sinir kaldırıcı bir tamlama, sıfırlı yıllarmış peh!) hiç sevmemiştim.

Yaşlandım ya tabi, aklım ha babam geçmiş zamana kayar oldu. 25 yıl önce yapılmış şarkılar daha dün piyasaya sürülmüşler gibi fanatizm çalkantıları yaratıyor ruhumda. 80'lerde, 90'larda bir görünüp kaybolmuş isimler, gruplar cart diye aklıma geliyorlar, çıkmıyorlar. Mesela The Cars'ın Drive'ı. Mesela Murat Çekem ve Grup Mercury. "Kesme beni kesme şekerim" geyiklerini döndürdüğümüz Kesme Şeker. Nooldu Laneth dergisi? Estarabim, Grup Ünlü? Ben hala ne demek olduğunu bilmiyorum Estarabim'in yahu! Billy Joel'in Leningrad'ı, Elton John'un Nikita'sı, tayt giyen ama seksi bulduğumuz (!) perma saçlı rock ilahlarımız???

10'lu yıllarmış. Gitsin burdan onlu yıllar. Ben yaşlı bir insan olarak 80'lerimi geri istiyorum. 90'lar da uslu duracaklarsa gelebilir (ama Ace of Base denen nalet grup gelmesin, istemem onları).

24 Şubat 2010 Çarşamba

Günün Adamı 2 Hulusi Kentmen


HULUSİ KENTMEN

Cici Kız'a denk geldim tv'de bugün. Büyük bir neşeyle izledim. Hulusi Dedem başladı körebe oynamaya. Amaç zeka özürlü bir genç kız taklidi yapan Ayşim'i bulmak. Ama evin hizmetkarları da katılmış oyuna. Saklandıkları yerden ya kafaları ya popoları görünüyor. Bahçıvanı, aşçıyı gördükçe bağırıyor Hulusi Dedem: "Sen saklan, sonra bulurum seni! Ben önce Ayşim'i bulacağım." Sinirleniyor bir de, "Höööööööösssssst Höst!" diye kükrüyor pala bıyıklarını titrete titrete. Nasıl özlemişim Hulusi Dede'yi ekranda görmeyi. Ruhu şad olsun binlerce kere...

Belirtmeden geçmeyeyim. Elbette gerçek dedem değil kendisi. Ama gönlümde kendi dedem kadar büyük yeri var.

Adı SU, Adası KINALI



Su’yun soyadı Yücel. Can Yücel’in kızı. Bugün rastlaştım kendisiyle bir belgesel kanalında. Onun portresi çizilir, hayatı anlatılırken ben gördüğüm manzaralara takılıp kaldım. Kınalıada’da yaşıyormuş Su...

Arnavut kaldırımı yollarda ahşap bir at arabası yokuş yukarı tırmanıyor. Yolun iki yanı bir yeşil, bir yeşil ki anlatamam. Mevsim yaz. Ne kadar bitki varsa fırlamış yolun iki yanına dizilmiş evlerin bahçelerinden dışarı. Nasıl da bereketli bir karmaşa! Su’yun üzerinde bir yazlık elbise. Tiril tiril. Ardı alabildiğine ağaca boğulmuş bir demir bahçe kapısının önüne geliyor, açıyor belgeselciler için kapıları. Uzun ince bir patika görüyorum bir an için, iki yanı çıldırtıcı yeşil. Su’yun evi ahşap bir ada evi midir emin olamıyorum. Ama hayalimde öyle canlanıyor. Yüksek tavanlı odaların içi sürüyle resim. Su ressammış meğer. Bir şairin kızına da bu yakışırdı diye düşünüyorum. Tavanda sallanan, oya gibi işlenmiş demir çerçeveli cam lambalara dalıp gidiyorum. Lambalar koca, ahşap bir terasa asılı. Hafif bir meltemle arada bir salınıyorlar. Bir rüzgar çanı. Hem şakıyor rüzgarda hem dans ediyor. Yine emin olamıyorum rüzgar çanının yerinden. Kamera durmuyor ki durduğu yerde! Ah bir görebilsem evin gerçek silüetini...

Balkondan, pencerelerden birinden ya da belki terastan bir bukle manzara gösteriyorlar. Yemyeşil ağaçların ve mağrur ahşap evlerin arasından görünen Marmara Denizi. Denizin lacivertini kelimelerle anlatamam. Cam gibi. Nazar boncuğu gibi. Ya da şeker gibi... Bilemedim. Hepsi gibi. Nefesim sıkışıyor. Kıskandığım hangisi bilemiyorum. Yaz mı, deniz mi, ada mı, ev mi, elbise mi, lamba mı?

Aklıma Ediz Hun geliyor. O da doğma büyüme Büyükada’lı. Koca bir kaktüs koleksiyonunu barındıran koca bir ahşap evde oturuyor. Dua ediyorum bu insanlara bir şey olmasın diye. Birgün onlardan dinlemek istiyorum adalarında eski yaşamışlıklarına dair ne varsa. Ah o evleri görmeyi, o hikayeleri dinlemeyi ne de çok istiyorum...

23 Şubat 2010 Salı

Manasızlıkta Yakalanan Komiklik

Bir sakarlık yapıyorum; sonra yaptığım sakarlığa yabancılaşmış gözlerle bakıyorum. Ördek sarsaklığındaki beynim dört bir yanından anlamsızlık fışkıran olaylar dizisini bütün değişkenleriyle kavramayı başarınca, patlatıyorum kahkahayı. Çünkü o an yaşadığım herşey deli saçması ve bir şekilde komik. Bu bir tek bana mı oluyor? Hiç size de oldu mu?

Bu yazının meydana çıkışına neden olan olaya geleyim. Yapmaya çalıştığım şey elimdeki tepsiyi kucağıma indirmekti. Hepi topu bu kadar basit bir eylem:
1)Tepsiyi
2)kucağa
3)koymak!
Ama sonuç ne oldu? Tepsiyi worp motoru patlamış uzay mekiği dengesiyle kucağa indirince hooop içindeki finger bisküvi paketi havaya uçtu. Hayır, paketin içindeki bisküviler saçılmadı ortalığa. Bunun yerine, çay damlaları fışkırdı. Ne alaka değil mi? Çünkü günün başka bir talihsiz anında paketin içine çay bardağından bir miktar çay boşanmıştı (biliyorum anlaşılır gibi değil). Ve o çay damlaları pakedin içinde muhafaza olmayı başarmışlardı bir şekilde! Ne yaptı çay damlaları? Hooop benim bilgisayarın klavyesine foşurdayıverdiler. Zavallı Ş harfi, gariban enter tuşu, talihsiz Ctrl sırılsıklam çay. O an elime geçen ilk şeyi silgeç olarak kullandım. Sonra baktım ki elimdeki bir tuvalet kağıdı parçası. Haftalar önce geçirdiğim nezle esnasında erittiğim rulodan kalma. Elimdeki tuvalet kağıdına, çay lekeli klavyeye, içinden bisküvi yerine çay fışkırtan bisküvi paketine ve bir de o melun tepsiye bakıp kaldım. İşte o andı bu! Manasızlıkta yakalanan komiklik anı... Güldüm halime. Şu anlattığım olaylar dizisinin bir tekinde bile bir anlam bulmak mümkün değildi görüldüğü gibi!

Durumun fecaipliği yetmemiş olacak ki, bir de afişe ediyorum imza attığım rezaleti blog’da. Şükür kimse okumuyor saçmalıklarımı. Yerlerde sürünen karizmam olabilecek en az hasarı alıp çekiliyor bir kenara. Ama çekilirken bana “gerizekalı” diye tıslamayı unutmuyor. Karizma da kendine göre haklı tabi...

Günün Adamı 1



Wolf Larsen. Bu derece acımasız ve insanlıktan nasibini almamış bir antikahramana böylesine de sempati duyabildim ya, bir kez daha eğiliyorum önünde Jack London’ın. Bu nasıl güçlü, bu nasıl boyun eğmez, bu nasıl inatçı, bu nasıl savaşçı ruhtur? İnsaniyete dair tek kırıntı barındırmayan, alabildiğine vicdan yoksunu, ölümüne nefret dolu, kaskatı yürekli bir adam... Ruhun ölümsüzlüğüne inanmayan ve insanın ölüm korkusu karşısında küçülüşüyle de acı acı alay eden Lucifer... Bunca iğrençliğine rağmen nasıl da hayranlık uyandırıcı bir yanı var.

İşte Wolf Larsen’in zehir dolu kişiliğini tanımlayan birkaç alıntı satır:

"Hımbıl, tohum ekmeye giden çiftçinin hikâyesini biliyor musun? Eğer hatırlıyorsan, tohumların bazıları fazla toprağın olmadığı taşlık yerlere düşüyor ve toprağın derinliğine sahip olmadıkları için hemen havaya sıçrıyorlardı. Ve güneş yükseldiğinde kavruldular, kökleri olmadığı için kurudular. Bazıları dikenlerin arasına düştüler ve dikenler onları yuttu."
"Yani?" dedim. ' "Yani mi?" diye sordu, yarı huysuzca. "İyi değildi. Ben o tohumlardan biriydim."

* * *
Gözlerinde -mavi, açık mavi olan gözlerinde- garip bir parlaklık, kıvılcımlar saçan bir ışık vardı. Vahşi bir şekilde neşeli olmasına şaşırdım. Eli kulağında olan bir mücadeleden dolayı memnundu. Yaşam bir sel gibi üzerine doğru gelirken, yaşamın bu en büyük anı onu heyecanlandırıyordu.
Hayatını kendi ellerinde tutmak ve en kötü koşullar altında bile yaşamı için mücadele etmek onun için nefes almak gibi bir şeydi.
* * *
O anda kafasını kaldırıp ayağını kaybettiğini öğrenen Mugridge, güvertede debelenerek dişlerini Wolf Larsen'in bacağına geçirdi. Wolf Larsen soğukkanlılıkla eğildi, başparmağıyla işaret parmağını çenenin arkasına ve kulaklarının altına bastırdı. Çene isteksizce açıldı ve Wolf Larsen bacağını kurtardı.
"Dediğim gibi," diye devam etti, sanki hiçbir şey olmamış gibi. "Köpekbalığı hesapta yoktu. Buna takdiri ilahi desek?"
* * *
"Ama hâlâ buradayım, buradayım," diye karaladı eli daha yavaş bir şekilde ve acıyla.
Kalem elinden düştü ve onu yeniden eline vermek zorunda kaldık.
"Acı çekmediğim zaman mükemmel bir huzur ve sükûnet içindeyim. Daha önce hiç bu kadar açık düşünmemiştim. Hayat ve ölüm üzerinde bir Hintli bilgeliğiyle düşünebiliyorum."
"Ya ölümsüzlüğü?" diye sordu Maud kulağına bağırarak.
Eli üç kere bir şeyler yazmaya çalıştı, ama başaramadı. Kalem düştü. Kalemi boş yere yeniden eline vermeye çalıştık. Parmaklan kalemi tutamıyordu. Derken Maud onun parmaklarını kendi eliyle kalemin üzerine bastırdı. El büyük harflerle, neredeyse her biri için dakikalarca uğraşacak kadar yavaşça şunları yazdı:
"S-A-Ç-M-A."
Bu söz, sonuna kadar şüpheci ve boyun eğmez olan Wolf Larsen'in son sözüydü. Kolu ve eli düştü. Gövdesi usulca kımıldadı. Daha sonra büsbütün hareketsiz kaldı. Maud elini bıraktı. Parmaklan yavaşça açıldı ve kalem yere düştü.
* * *

Yaşam enerjisi tükenirken bile mağrur ve uzlaşmaz olan Larsen'in yüzünü Harvey Keitel’ınkiyle özdeşleştirdim hayalimde. Kimbilir London’ın aklındaki yüz nasıldı? Yukarıdaki fotoğraf Hobarth Bosworth’a ait. 1913 Aralığında gösterime giren The Sea Wolf’de Wolf Larsen’ı canlandıran ilk aktördü kendisi.

22 Şubat 2010 Pazartesi

Weepers Circus & Irène Jacob "Je crois entendre encore" (2007)

Çıldırtıcı buldum bu sound'u. İnsanoğlu ne muhteşem bir canlıdır ki böylesi işlere imza atabilmektedir hala... Je Crois Entendre Encore bu kadar mı güzel yorumlanır yeni binyılın müzikal anlayışıyla?

Je Crois Entendre Encore


Her dinleyişimde kıyıya vuran dalgaların sesini duyabiliyorum.
Bütün netliğiyle hem de.
Sesini sonuna kadar açarak dinleyin.
Siz de duyacaksınız.
Bizet- İnci Avcıları Operası - Nadir'in Aryası

je crois entendre encore

caché sous les palmiers
sa voix tendre et sonore
comme un chant de ramiers
o nuit enchanteresse
divin ravissement
o souvenir charmant,
folle ivresse, doux rêve!
aux clartés des étoiles
je crois encor la voir
entr’ouvrir ses longs voilesa
ux vents tièdes du soir
o nuit enchanteresse
divin ravissement
o souvenir charmant
folle ivresse, doux rêve!
charmant souvenir!

Çok Gizli Plan


En uç hayallerimden birine bu platform üzerinden değinmek istiyorum sevgili blog. Şeytan dürttü sabah sabah yazayım dedim. Öncelikle cinsimin en gizli, en kilit altına alınmış, en sinsi planını açık etmekle başlayayım işe. Efenim ben ve benim cins, erkeklerin düşüncelerini okumak istiyoruz. Bir grubumuz bu isteğin zorlayıcılığı sayesinde olacak, evrimleşmeye başladı bile. Hani yediğiniz haltları sanki o an yanındaymışsınız gibi şüpheyle sorgulayan kadınlar var ya (ve yalanınızı yakalarken ciddi ciddi tüylerinizi ürperten). Hah işte, onlar düşünce okuma evriminin ilk basamağındadırlar efenim.

Yazık ki bu evrimleşme sürecinden payımı almış değilim ben henüz. Bu yüzden hala düşünce okumayı hayal edenlerdenim. Yalnız nedenim diğer kadınlarınkinden biraz başka. Sevgililerin ben yanlarında yokken ne haltlar yediğini öğrenmek ya da aldatılıp aldatılmadığımı tespit etmek için istemiyorum bu yeteneği. Benim esas ilgimi çeken nokta erkeğin yediği haltı değil, yediği haltın nedenini bilme kısmı. Bilhassa flörtözlük hastalığına yakalanmış beylerin düşüncelerini okumak ve neden her dişiyle flört etmek zorunda hissettiklerini anlamak istiyorum. Bunun nedenini çoğu kez kendileri de bilmediğinden mütevellit, beyin kıvrımlarının ulaşamadıkları bir noktasında bu zorlayıcı hareketin gerçek sebebinin yattığına inanıyorum. İşte ben tam o noktada saklanmakta olan o altın değerindeki veriyi okumak ve "Oh içim rahatladı, hakları varmış!" demek istiyorum. Eğer varsa gerçekten kabul edilebilir bir sebep. Bilmek istiyorum.

21 Şubat 2010 Pazar

Celebrity Fanatizmi

Bafta 2010 ödül töreninin kırmızı halı seramonisine denk geldim bu akşam tv'de. Yapacak daha iyi bir şey yoktu, ben de izlemeye başladım. Herşeyi tersinden yapan bir bünye olmanın getirdiği anomali, töreni izlerken de kendisini gösterdi tabi. Çünkü kırmızı halı üzerinde salına salına yürüyen ünlü isimleri değil, selebritileri görmeye gelen isimsiz izleyici topluluğunu ve onların tepkilerini izledim. Sevdikleri bir yıldız meydana çıkınca yüzlerinde beliren huşu dolu hayranlığı, imzasını kapabildikleri ya da elini sıkabildikleri ünlünün arkasından bakarken kısacık bir an için yaşadıkları muhteşem deneyimin şaşkınlığı okunan yarı şoktaki yüzlerini inceledim. Özellikle Alacakaranlık'ta vampiri oynayan velet ortaya çıktığında kalabalıkta yaşanan çılgınca dalgalanma akıl alır gibi değildi. Can hıraş çığlıklar, göz yaşları, tapınım... Bu insanları motive eden şeyin ne olduğu üzerine belki bir milyonuncu kez fikir yürütmeye çalıştım.

Gerçek şuydu ki sevgili blog, bir zamanlar benim de girmem gerekmişti bu akıl durduran dünyaya. Yazmayı planladığım bir yazıyı gerçek hayattan alınmış temeller üzerine oturtabilmek için rastgele bir ünlü isim seçmiş ve hakkında birşeyler okumak için arama motorlarına ziyaretler düzenlemeye başlamıştım. İşte ilk kez o zaman tanıştım celebrity fanatizmiyle.

Bu insanlar herhangi bir ünlü kişiye (çoğunlukla a listesinden aktörler-aktrisler yahut müzik ikonları) gönül veriyor ve kalan hayatlarını onu en iyi tanıyan-anlayan insan olduklarına inanarak geçiriyorlardı. İşi fanatizm noktasına taşıyan şey de o ünlünün bütün özel bilgilerinin yine aynı hayran grubu tarafından görücüye çıkarılmasıydı. Ev adresinizin, evinizin ve hatta evinize giren çıkan arabaların fotoğraflarının çarşaf çarşaf paylaşıldığını düşünün. Ya da google earth'te yayınlanan ev koordinatlarınız olduğunu... Yetmediğini, evinize giden yolları detaylı bilgi vererek video kayda alıp bunu da youtube'da yayınlayan bir kısım hayranınız bulunduğunu. Akıl almaz bir sevgi duyma biçimi... fanatizmlerin en çapraşığı...

Okudukça ben hasta hissetmiştim kendimi bu insanlar yerine. Taptıkları adamların-kadınların adreslerini açık ederken, bu sevdiklerini iddia ettikleri yıldızların üstlerine potansiyel manyakları saldıklarının da farkındalar mıydı acaba? John Lennon'ın ya da Jodie Foster'in başına gelenleri nasıl da unutmuşlardı?

Madem o kadar A listesi laga lugası yaptım, bari BAFTA'dan aldığım bir iki mini notu iliştirmeden sonlandırmayayım bu yazıyı.

- Yareppim sen aklımı koru Mickey Rourke anjin-san saçı yapmış!
- Kathryn Bigelow törenin başlamasına birkaç dakika kaldığı halde ortalıkta görünmedi. Oysa en iyi yönetmen dalında adaylığı varmış. Terbiyesiz!
- Colin Firth’ün gördüğüm en soğuk ve sevimsiz gevur starı olduğunu belirtmek isterim.
- Ünlü kadınların kameralara gülümserken dudaklarını öpecekmiş gibi ileri uzatması sorununa birileri çare bulmalı. Palyaço gibi görünüyorlar.
- James Cameron'ın eşi, Robin Wright Penn'in 20 yıl yaşlanmış hali. Vallahi de billahi de!

Günün Kadını 1



80'ler boyunca deli gibi kıskandığım iki ekran figürüm oldu benim. Biri kendisinin gerçek hayatta da Maykıl Nayt (o sıralar ingilizce nanay tabi) olduğunu zannettiğim David Hasselhoff'tu. O fırtınalı aşkın hikayesini bir başka "günün adamı" yazısına bırakıyorum.

Kafayı obsesif biçimde taktığım ikinci çok önemli figür ise yukarıda fotoğrafını görmekte olduğunuz Katarina Witt'ti. Gelmiş geçmiş en iyi artistik buz patencisi. Yalnız çocukluktan doğan bir gerizekalılık virüsünün etkisiyle soyadının Wiss olduğunu iddia ediyordum. O dönemdeki zihniyetime göre Katarina'ya Wiss soyadı daha çok yakışıyordu. İnadın kitabını yazmış bir kız çocuğu olduğum için Wiss yanlışını düzeltmeye çabayan aile bireyleri illallah dediler birer birer, beni kendi halime bıraktılar. Herneyse, yıllar boyunca gözümü kırpmadan izledim Katarina Wiss'i artistik buz pateni yarışmalarında. Özellikle 1984-88 arasındaki müthiş performanslarını çok net hatırlarım. Kolay mı? 6 Avrupa, 4 Dünya, 2 de Olimpiyat şampiyonluğu, hem de üst üste.

İddia ediyorum ki, 88'den sonra artistik buz pateninde kadınlar dalında daha görkemli bir dönem yaşanmadı, yaşanamadı. Gözümüzün önünde buz pateninin altın çağı vuku buldu. Ben de süpürge saçlı bir kız çocuğu olarak o süreci dilim dışarıda izledim. Katarina'nın yarışmalarda giydiği kıyafetler ve yaptığı danslar için çıldırıyordum. Hele bir de MJ'in Bad'i eşliğinde dans etmiyor muydu? "Ben Katarina olmak istiyorum" diye dualar ede ede yatıp uyuyordum. Rüyalarımda da Katarina olduğumu ve Bad eşliğinde buzda kaydığımı görüyordum. Yüzüme çarpan rüzgarı ve buz üzerinde hızla kayarken yaşadığım o müthiş hafiflik duygusunu bugün de çok net bir şekilde hatırlarım. Bir beyaz kıyafet giymişti Katarina muhtemelen bir galada. Altın varaklarla işlenmiş, buz kraliçeliğini vurgulayan bir kıyafetti. Çıldırmıştım onu görünce. Haftalarca rüyalarımda o kıyafeti görmüştüm. Gösteri kıyafetini bana armağan ettiği bir rüyadan uyanınca ruhi buhran geçirmiştim resmen (ne manyak çocukmuşum yahu!). Bugün internette döne döne o kıyafetle çekilmiş bir resmini aradım, ama maalesef bulamadım.

Yukarıdaki fotoğrafı 1988'de çekilmiştir kendisinin. Avrupa-Dünya-Olimpiyat birinciliklerinin hepsini kazanarak jübilesini yaptığı son yıl... Ben mi ne yaptım o günden sonra? Küstüm artistik buz pateni müsabakalarının kadınlar bölümüne. Hala ve inatla izlemiyorum. Ama diğer dalların sıkı takipçisiyim. Hiç buz pateni yapmadım. Belki bir gün yaparım diye hayal ediyorum.

Elma'nın Sesi


Parmağını sürsen elmaya rengini anlarsın,
Gözünle görsen elmayı sesini duyarsın,
Onu işitsen yuvarlağı sende kalır.
Her başlangıçta yeni bir anlam var(-mı)dır...

Düşünüyorum, içinden çıkamıyorum...
Peki neden bela buluyor insan her yeni başlangıçta anlam yerine?
...
Öyle olsun, şartsa eğer, yine deneriz yeni başlangıçları.

20 Şubat 2010 Cumartesi

Serbest Düşünce Akışı Tekniğinde Cumartesi Açılımları



İşbu yazıda giriş, gelişme ve sonuç sıralamalarına kapı gösterilirken arkalarından da bir adet "yürrü anca gidersin" manalı zurna öttürülecektir. O yüzden canını seven kaçsın. Mazeretim var, cumartesi bugün. Cumartesilerde insan sadece kendisinin anlam verebileceği yazılar yazmakta özgür olmalı...



Şiddetle belirteceğim ilk şey şu: Ben yaz'ı özledim. Derhal gelmesini talep ediyorum. Madem iklimler değişti, küre ısınmakla kafayı bozdu, o zaman kış ve ilkbaharı aradan çıkarabilir bizim için atmofer. Neden olmasın? Fakat düşündüm de baharda erguvan görmek de güzel oluyor. O halde bir ara reklamlara çıkan güzellik kraliçesi hanımkızımızın düşünce akış tekniğinden kopya çekebilirim. Yaz gelsin ama erguvanlar da yaz boyunca ağaçlarda kalsın. Evet. Bunun yanı sıra, şu gizemli operanın hangi mihraklar tarafından bestelenip ne isimle anıldığını öğrenmek istiyorum. Neredeyse 15 yıl olacak o nalet parçayı TRT Radyo 3'ten kasete kaydedeli. Hala öğrenemedim kimdir, nedir? En yakındaki konservatuarın bahçesine yatıp, açlık grevi yaparsam belki bir hoca acır da bir el atar çaresiz derdime. Korkarım "Aha, Tekel İşçisi bu!" diye karga tulumba kaldırıp kodese yollarlar beni. Buradan da Türkiye'de yaşamanın ruhuma verdiği zarar konusuna gelmek istiyorum. Gündem gün be gün yeni patlamalar yaparken ruh yorgunu olduk milletçe. Durumdan fena halde şikayetçiyim. Hepimize Maldivler tatili hediye etsin hükümet özür olarak. Oraya sığmazsak Karayipler'e de yer ayırtsınlar. Oraya da sığmazsak bir zahmet gugıl ört'leyiversinler dünyayı. Tropikal iklim, deniz, kumsal üçlemesi içeren neresi varsa hepsinde rezervasyon yapsınlar. Ne de olsa dünyanın en önemli (!) memleketlerinden biriymişiz, bedava ağırlarlar bizi bedavaaa!!! (Neden şu an bana 'terbiyesiz evladı seni' dediğinizi duyar gibi oluyorum?)



Şimdi pencereye gidip yaz gelmiş mi diye bakmam gerektiği için bu işkenceli yazıyı sonlandırıyorum. Çok net belirttim isteklerimi. Umutluyum.

Kendine Ait Bir (Kağıt) Oda



Şu beyin denen organın nerede ne icad çıkaracağı pek muamma bir mesele. Hele bir de insanın aklında olmayan bir konuyu bomba gibi meydana atıp pıtır pıtır kaçışan o gri beyin hücreleri yok mu (bu vesileyle Hercule Poirot'ya selam ederim), onlar da resmen beyin teröristi!!!

Dün bu ayrılıkçı grubun saldırısına uğradım. Oturmuş derin bir huzurla kitap okuyordum. Sonra birden kendimi bodrumda buldum. Nalet gri beyin hücreleri, eskiden alıp bir gün yaparım diye bir kenara sakladığım kağıt ev modellerini gündeme taşıyıp onların nerede olduğunu acilen bulmazsam görme merkezime molotof kokteyliyle saldıracaklarını deklare etmişti çünkü!

Durduk yerde çerçöp cangılı bodruma girip, en son 97'de gördüğüm kartonları aradım. Her nasılsa buldum kendilerini. Bir grubunu seçip odama çıkardım. Sonrası ise yarı bulanık... Bir ara yakındaki bir çarşıya yapıştırıcı ve maket bıçağı bulmak için baskın düzenlediğimi hatırlıyorum. Bir ara da yemek yemem gerektiğini anımsamayı başardım sanırım. Ama o kısım da çok puslu. Hatırımda kalan tek net şey yapıştırıcı içinde kalmış parmaklarıma bakıp, çocukluğumu anımsadığım ve tahminen çocuk gibi gülümsediğim kısım. Evet sevgili blog. kısmi bir deliliğe sürüklenerek gece 12'ye kadar kestim, kıvırdım, büktüm, yapıştırdım ve bir de küfür ettim. Küfrün sebebi tasarımcıların bazı detaylarda yaptıkları feci hatalardı. Kağıttan bir raflı dolap yaptığınızı varsayın. Rafların içine kağıttan şekerleme kavanozları ve bisküvi kutuları yerleştirmeniz gerektiğinde bir bakıyorsunuz ki bu mini mini objeler, o mini mini rafların arasına girmiyor. Herneyse, olumsuz detaylarda oyalanmayayım... Minyatür mekan ağır ağır meydana çıkmaya başladıkça, yaptığım işten aldığım zevk giderek başımı döndürdü. Gevurlar öylesine detaylı hazırlamış ki bakkal tükkanını akıllara zarar. 1900'lerin başına ait her tür ıvır zıvır var kesip bükerek üç boyutlu hale getirmeniz gereken. Siz diyin meyve kasaları, ben diyim çikolata kutuları, siz diyin kağıt masalar, ben diyim halılar, kasalar, sepetler... Uzun zamandır yaptığım hiçbir şey bu kadar huzur ve mutluluk vermemişti bana.

İşleyen demirin ışıldayacağını söyleyen atalarıma ve 80'lerin oyuncak grupları içindeki pek değerli yerlerini belirtmeyi unuttuğum kağıt bebeklere buradan selam ederim.

19 Şubat 2010 Cuma

Jack vs. Jack


Son birkaç gündür Jack London'la haşır neşir bir hayat sürdüğümü belirtmiştim. London'ın internetteki fotoğraflarına bakarken yüzü bana birini çağrıştırdı. Düşünme-taşınma ve kaşınma üçlemesini tamamladıktan sonra "Tabi yaaa!" narası atarak aydınlandım. "Jack" dedim, "Aynı Jack'e benziyor!"

Evet sevgili blog, okuyanın cinnet geçirip bu blog'u terketmesine neden olacak kadar manasız görünen bir cümleye daha imzamı çaktığımın gayet farkındayım. Fakat mesele öyle göründüğü kadar earinnasal manyaklık içermiyor. Çünkü Jack London basbayağı Jack Kerouac'a benziyor. Ya da kronojik anlamda tersten alalım önermeyi. Jack Kerouac basbayağı Jack London'a benziyor! Akademik çevrelerde Amerikan edebiyatına dair araştımalar yapan bir hoca okusa bu benzeştirmeyi, anında kalp krizi geçirip ölüverir.

Yine de... Birbirine alabildiğine zıt görünen bu iki Amerikalı yazar bir şekilde benzer geldiler gözüme. Hem fiziksel görüntüleri ile hem de hayatlarının bir dönemindeki denizcilik deneyimleriyle benziyorlar işte birbirlerine! Sosyalist bir yazarla beatnik bir yazarı böyle de bir araya getirdim ya... Ben bile yuh diyorum şu an kendime.

18 Şubat 2010 Perşembe

Hobilerin En Çaresizi



Bazen eş, dost, akraba, kim varsa evini basıp eski oyuncaklarını yağmalamak istiyorum. Hatta eski oyuncaklara kötü muamele uygulanmış, değerleri bilinmemiş evleri bir de başlarına yıkmayı planlıyorum bu varsayımsal oyuncak donörlerinin. Elin insanı akıllı tabi. Hobi niyetine gidip puldu, cd'ydi, filmdi, gazoz kapağıydı bu tür aklı başında objeleri topluyor. Yine kabul edilebilir bir grup gidiyor sahaflardan eski fuaye kartları, çizgi romanlar yahut film posterleri avlıyor. Peki ben ne yapıyorum? Kalkıp kafayı eski oyuncaklara takıyorum. Bulunması en zor, bulundu mu en pahalı, üstüne üstük canım ülkemde kimsenin sallamadığı yegane hobi grubu. Git kartpostal biriktir, küpe incik boncuk topla ne biliim deniz kabuğu şeyettir. Yok! Neymiş oyuncakmış...

80'lerde memur çocuğu olarak büyüyenler az çok anlarlar belki oyuncak takıntımı. O zamanlar Çin imalatı ucuz oyuncaklar yoktu piyasada. Kadıköy'deki kırtasiyelerde hepsi birbirinden muhteşem oyuncaklar sergilenirdi vitrinlerde. Ama öyle böyle değil, ateş pahası şeyler. Mümkün değil alınabilmeleri. Hele o dönem bir de Sindy bebek krizi girmiş ki memlekete, sabahlar olmasın! Bebekler bir kenara, minyatür mobilyalarının her biri ayrı birer sanat eseri. Bugün 80-85 arası imal edilen o oyuncaklar ebay'de kapışılıyor İngiliz halkı tarafından. Koleksiyoncular için öylesine değerlenmişler yani... Neyse Sindy takıntım depreşmesin diye fazla eşelemeyeceğim bu mevzuyu.

Tabi okudunuz şimdi Sindy olayını, bebekle evcilik oynamaktan başka bir halt bilmeyen aptal bir kız çocuğu canlandırdınız gözünüzde. Bilemediniz sevgili okuyucular! O dönemdeki diğer takıntım Pilsan'ın kovboy kasabasıydı çünkü! %100 türk markasının ürettiği o kasabayı bir görmeliydiniz. Muh-te-şem-di. Her parçası ayrı satılırdı. Şerifin ofisi, kasaba hastanesi, kasaba barı vs... En ince detayına kadar düşünülmüş bu mekanların yine her parçasına kadar düşünülmüş objeleri çıldırtırdı beni. Geçenlerde bunlardan birinin gittigidiyor'da satışta olduğunu gördüm. 90 tl değer biçilmişti. Az bile söylemişler dedim içimden. Çünkü pilsan o oyuncak grubunu sadece 80'lerde üretti. Kayboldular sonra ortadan. Bugüne kadar bir benzerini de görmedim o oyuncak serisinin.

Şimdi sorarım size sevgili okur. Ne oldu bu oyuncaklar? Çocukluk oyuncaklarınızın başına ne iş geldi? Bir tanesini olsun sakladınız mı? Sindy'nin mutfak setini misal? Pilsan'ın kovboy kasabaları çil çil satıldı o dönem. Ya sizde var mıydı? Plastik askerlere ne oldu? Elektrikli trenlere? Fatoş bebeklere? Teneke polis arabalarına? Lego takımlarına?

Hiçbiri 2000'li yıllara kalmamış bu oyuncakların. Olmaz olsun böyle hobi sevgili okur!

Güne Bakan'lar

Güne, Yeni Türkü'nün 'en özeller' kategorisinde değerlendirdiğim Konuğum Ol'u dinleyerek başladım.

Diyor ki: "Bir akşam konuğum ol. Oturup konuşalım biz bize. Anıların çubuğunu yakıp, uzatalım geceyi biraz. Sabaha doğru perdeyi aralayıp ufka bakalım. Bir çocuk gibi hayretle seyredelim güneşin doğuşunu. Kendimize daha az zaman ayırsak da olur geceden. Çünkü boğulabilir insan yalnız kendini düşünmekten. Açılmayan kitaplar, unutulmuş aşklar gibidir. Kitaplardan söz edelim ve onların gizli kalmış sessiz tadlarından."

Bu şarkıyı oturup birlikte dinleyebileceğim bir dost hayal ettim. Kitaplardan söz ederken çocuklaşabileceğim biri... Neden hep sevgilileri anlatan şarkıları empoze ederler bize bilmem. İnsan sevgiliden çok, dosta ihtiyaç duyuyor özünde. Aşkla üzerine düşülen her sevgili eskitilip bitiriliyor, oysa dost yıllandıkça ve hatta yıprandıkça değerleniyor. Eskimiş dostları olanlar ne şanslı...

Bir masa, bir de ev hayal ediyorum bu şarkıyı dinlerken. Masanın üzeri dopdolu. Üst üste bırakılmış kitaplar, dinlenmek için hazırlanmış birkaç kaset (evet ben hala seviyorum kasetleri), birkaç parça altın sarısı muska böreği, bir okuma gözlüğü, iki kadeh, birinde rakı birinde şarap, bir tabakta lakerda, öbüründe ışıl ışıl parlayan zeytinyağlı sarma, yarısı okunmuş bir dergi, ufak bir saksıda fesleğen, kızarmış ekmeğin hemen yanında duran beyaz kağıtlar ki üzerlerine akla geldikçe yazılar çiziktirilmiş, sırt sırta vermiş sarumsaklı haydari ile patlıcan salatası, yanı başlarında bir kaç kalem (tükenmez olanı illa ki yazmaz), masanın altında kıvrılmış uyuyan bir tekir kedi, masanın başında iki eski dost. Unutmuşlar saatleri sohbet ederken. Gün ağarmış. Kitaplar alınıp verilmiş, şarkılardan bahsedilmiş, öneriler havada uçuşmuş unutulmasın diye notlar tutulmuş. Biri gözlüğünü kaybetmiş önce evin içinde, sonra tekrarlanmasın diye aynı dalgınlık, masanın üzerine bırakmış. Öbürü dalga geçmiş gözlüğün sahibiyle, yaşlanınca kim bilir ne unutkan olacak diye. Kahkahalar atılmış, sonra hüzünlenilip dünyanın çarkına sövülmüş. Arada susulmuş ama hiç sıkılınmamış. Masanın önüne çekildiği kocaman camlı pencerelerin ardında birkaç tepe. Tepelerin ardında ağır ağır uyanan gün. Kaldırmışlar başlarını iki dost, hayretle doğan güne bakıyorlar. Yıllardır hep yaptıkları gibi...

Ahh Yeni Türkü ahh...

17 Şubat 2010 Çarşamba

Denizdeki Safaroz Balıkları

Nadiren gülüyorum birşeylere sevgili blog. Ne zaman ki "gırgır" kalktı piyasadan, o günden beri nalet insan kategorisinde yaşıyorum. Ama alttaki fotoğraf silsilesi cidden iyi güldürdü beni. Seviyorum bazen insanlığı yaptıkları saf işlerle...











Gülsabah Kimdi? Kimdi Gülsabah?


Bazen aynaya baktığımda Gülsabah'tan birşeyler ararım yüzümde. Bir de Afrika'dan... Ailede söylence odur ki dedemin annesinin annesidir Gülsabah. Ana vatanı da Habeşistan'dır.

Nefis bir hikayesi vardır Gülsabah'ın aileye katılışının. Para biriktirir büyük büyük büyük dede hacca gitmek için. Düşer hac yoluna. Bilemiyorum yolun hangi etabında-hangi coğrafyada, karşısına bir köle pazarı çıkar. Afrika'dan kaçırılıp getirilmiş bir köle kadın mezata çıktığında, büyük büyük büyük dede bir görüşte aşık olur ona. Hac için biriktirdiği bütün parayı kullanarak satın alır kadını. Kendisine eş ederek doğruca Anadolu'ya döner. Afrikalı güzel kadın özgürlüğüyle birlikte bir de yeni isim alır: Gülsabah...

Başka bir bilgi yok Gülsabah hakkında. Gerçek adı neydi? Hangi kabiledendi? Nasıl kaçırılmıştı ana vatanından? Anadolu'ya yerleştikten sonra oraya geri dönmek istemiş miydi? Zor gelmiş miydi ona yeni adetler öğrenmek? Nasıl bir kadındı Gülsabah? Kimdi? Ondan geriye bir tek gizemli öyküsü kaldı. Bir de günün birinde yarı vatan saydığım ülkeye yapacağım gezinin hayali...

Jack London Şenlikleri


Günlerdir aklımda Jack London var. Nereden geldi de musallat oldu bu adamın kitaplarına aş erme durumu ben de bilmiyorum. Arada bir olur böyle. Birden ve hatta nedensizce, bir yazarın ismi dönmeye başlar beynimde. 1980 usül gazinoların artiz adlarının yazıldığı neon lambaları gibi yanıp yanıp sönmeye başlar o isim. Bu zorlayıcı ruh hali yüzünden olacak, o yazarın elimdeki tüm kitaplarını okumadan rahat edemem. Kitap sayısına göre bazen günler, bazen haftalar alır romanların tüm çevresini tavaf etmem.

17 Şubat 2010 tarihi itibariyle başlattığım Jack London Şenlikleri de bu zorlayıcı ruh halinin bir ürünü. Elimdeki 9 romandan en eski olanla, Vahşetin Çağrısı ile açılış töreni yaptım. Basım yılı 1903. Bugünden tam 107 yıl öncesi... Yıllar önce okumuştum bu kitabı. Ama ne kadar düşündüysem de zamanı kafamda netleştiremedim. Ortaokuldaydım belki, belki de lisenin başlangıcı... Çok acımasız gelmişti Jack London'ın dili bana. Tasvir ettiği doğa lafını sakınmadığı bir yaşam-ölüm mücadelesine bulanmıştı. Oysa ben vahşi doğa belgeseli izleyemeyenlerden olmuştum hep. Hayvanların birbirini kaptığı anlar içimi acıtırdı. Gariban zebrayı aslanın, zavallı mandayı timsahın elinden kurtarmanın derdine düşerdim, günüm zehir olurdu. Bir de konu insanın en yakın dostu olan köpekler olunca... Korkmuştum London da kitaplarından da.

Dün Vahşetin Çağrısı'nı okurken bu adamı büyük yazar yapan şeyin ne olduğunu anladım. Vahşi doğa belgeseli izleyemeyen bir insan evladı olduğum halde bana kendi belgeselini sonuna kadar okutmakla kalmadı bu adam. Üstüne bir de "Dahası yok mu?" diye sordurdu.

16 Şubat 2010 Salı

O Kadar Sevdim Ki Resmini

"Bundan böyle müzik dinlemeyi yasaklıyoruz sana; ama bir tek şarkıcı ya da grubu seçecek, hayatının kalanı boyunca da hep o müziği dinleyeceksin" deseler gözümü kırpmadan YENİ TÜRKÜ derdim. Sonra da eklerdim: "İlkinden sonuncusuna, ne kadar albümleri varsa getirin; sonra da yıkılın gözümün önünden! Beni yalnız bırakın."

Baştan sona Yeni Türkü şarkılarına nakşolmuştur hayatım. Her bir şarkıları aynı değerdedir gözümde, ama hikayeleri birbirinden alabildiğine farklıdır. O kadar sevdim ki resmini, bu hikayelerden en iç burucusunun, en üzücüsünün sahibidir. Hiç tanımadığım, hiç tanışmadığım bir genç adamı anarım ben bu şarkıyı dinlediğim zamanlarda.

Yeni Türkü şarkılarıyla uyuyup Yeni Türkü şarkılarıyla uyandığım o tatlı 90 başlarında, en büyük keyfim komşu kızı Vatos'tan Dünyanın Kapıları kasetini ödünç alıp evde dinlemekti. Ancak kasetini ilk ödünç aldığım gün bana yaptığı uyarıyı hiç unutmadım.

Demişti ki "Aman Resim şarkısına dikkat et, sesini fazla açmadan dinle. Apartman boşluğundan yayılıp üst komşunun kulağına gitmesin!".

Nedenini sordum, anlattı. Üst kat komşularımızdan biri en yakın lise arkadaşının ani ölümü ile sarsılmış. Hayata erken yaşta veda eden arkadaşının en sevdiği şarkı olan bu şarkıyı her duyduğunda hüngür hüngür ağlarmış.

Yıl oldu 2010. Hala unutmadım bu şarkıyı dinlerken o iki genç insanı. Ne adlarını bilirim ne sanlarını. Genç bir adam hayal ederim o fotoğrafta. Işıl ışıl gülümseyen yüzü geçmiş zamanda kalmış. Kısarım şarkının sesini her seferinde. Kimsenin kulağına gidip üzüntü vermesin diye...

fahrenheit 451


Hep söylerim; film milletine sevgi duymak, dertsiz başa bela sarmakla eşdeğer bir kombinasyon yaratır. Kalkıp 44 yıl önce çekilmiş filmi yeni izler, üstüne de milletin 44 yıl önce cevap bulduğu soruları daha yeni sormaya başlarsan böyle rezil olursun işte! Kitlendim "Kitap İnsanlar" olayına, döne döne aynı soruyu soruyorum. Ben kitap insan olsaydım adım ne olurdu? Montag karakteri en sevdiğim yazarlardan birini hali hazırda kapmışken üstelik: Edgar Allan Poe.

Poe'yu listemden çıkarmak başlı başına yıkıcı bir etki yarattı zavallı ruhum üzerinde. Sabahlara kadar ağladım sevgili okuyucular, o derece etkilendim bu eleme işleminden! Biraz toparlanınca, bir karar vermem gerektiğini anladım. Dönüp dönüp okuduğum, tekrar tekrar okunmuş hikayelerinde hep yeni bir şeyler bulduğum, okuduğum her yaşta ayrı bir tad ayrı bir anlam yakaladığım yegane kitapta karar kıldım.

Kendimi size tanıştırayım: Ben Herman Hesse - Masallar.

15 Şubat 2010 Pazartesi

Lanetlenmişlerin Cenneti


Lanetlenmiş bünyenin cennette ne işi olduğu açmazı yetmediği için bu huzursuz ruhuma, daha da deli saçması bir formül eklemem gerekiyor şimdi başlığıma:

Yazma Yeteneği = Lanetlenmişlerin Cenneti = Yazma Yeteneği

Önce formülümü yuhalayıp, sonra acilen bu sayfayı kapatabilir ya da bir miktar sabredip taşın altından ne manyaklık çıkacağına bir göz atabilirsiniz bu satırdan itibaren.

Giden arkadaşlar pencereyi sıkı kapatın, soğuk giriyor. Kalan arkadaşlar, özellikle yazmak eylemi ile arası iyi olanlardansanız bahçeden taş filan toplayın, yazının sonunda beni taşlamak isteyebilirsiniz. "Hiç işim olmaz benim şiddetle, sabrım da peygamberlerinkine denktir" diyen arkadaşlarımız da oturup bir soluklanabilirler, herbiri bendendir, çay-kahve de müsseseden.

Yazma yeteneği insanı nasıl lanetleyebilir sorusuyla başlayalım işe. İlk günlüğün tutulmaya başlandığı gün, ya da ilk aşk şiiirinin kafasının gözünün yarılmaya başlandığı an ele alınan kalemi güdüleyen neden nedir? Cevap geliyor: Anlaşılamamış olma kaygısı. Daha da ileri gidelim bu açıklamada. Anlatamamaktan kaynaklanan anlaşılamama durumu. Hazırlayın taşları arkadaşlar ilk bomba geliyor... Ne kadar az kişi varsa çevrede o kadar çok yazmalara sığınılır. Çevresi kalabalık olan tipler oturup da duygusunu düşüncesini satırlara aktarmaya ihtiyaç duymaz, vakti yoktur kaleme kağıda. Yalnız insan ne yapar peki? Çevrede aklındakileri anlatabileceği insan olmamasından biraz da yazmalara sığınır, asosyal hayatını yazılarla doldurur şenlendirir. Sonra ne olur? Yazma yeteneği onu daha da yalnızlaştırır. Böylece lanetlenmiş olur insan, tanrı vergisi bir yeteneğin yardım ve yataklığıyla...

Yalnızlığa yalnızlık katan bu yetenek, olumsuzla-olumlu arasında denge yakalama amacıyla olacak, cenneti sunar özür mukabilinden insana. Yazılarda yaratılan her cümle bu cennetin altın çeşmeleri, şerbet nehirleridir bir nevi. Yazarken huzura eren çoktur. Ama yalnızlıkla lanetlenerek öderler bu cennetin bedelini kanımca.

Akıl İşgalcisi Sorular



Sayısız sorulmamış soru aklımda günlerdir atlı cirit sporu oynuyor. Müsabakalar uyandığım anda başlıyor, uyumadan önceki son bilinç kırıntısına kadar sürüyor. Bu arsız (ama sportmen ruhlu) sorular beynime beynime tokmak darbeleri savurarak sorulmayı talep ediyor. Mesele de burada başlıyor tabi. Özneleri olan insanlara sorulamadan bir kenara kaldırılmış bu nalet sorular bilhassa biten ilişkilerden sonra başa bela niyetine beyin çökertmesi uyguluyor (sayın okuyucu uyarımı peşinen yapayım: burada aşk hikayelerine gönderme yapılıyor diye cincırlık yapmanın lüzumu yok; dostları, arkadaşları, aile üyelerini, patronları, hocaları hepsini-herkesi kastediyorum).

Soramadığım onca sorunun tantanası yetmiyormuş gibi şarkı silsilesi de ruh halim üzerinde kendine özgü bir göçertme tekniği uyguluyor. Yeni Türkü araya giriyor Kalırsa Bir Soru diyor. Manga çıkıyor meydana Cevapsız Sorular patlatıyor. Annie Lennox diğerlerini iteleyip Why? diye haykırıyor. Patırtı gürültü bitmiyor, bitemiyor. Geriye kala kala major soru kalıyor:

Neden bu kadar acımasızlık?