30 Nisan 2010 Cuma

İyilik Yok, Dostluk Yok, Emek Yok. Ne Var Lan İt?


Yazıma başlık olan günün özlü sözü ani bir ilhamla beynime düştü gece eve dönerken. Hepsi sözlüğün suçu! Sol frame'deki çöp başlıkları gördükçe, insanın beynini sulandıran replikler giriveriyor aklına; bir daha da çıkmıyor. Sonra bir bakıyorsunuz her haltı sözlük versiyonu ile düşünmeye başlamışsınız. Böyle de sinsi bir oluşum bizim kerata sözlük. Seviyorum, o ayrı... Romantizme pek yatkın olmayan ruhlar için alabildiğine realite ortamı. Kadirizmin kitabını yazan ortam hatta... Başlıktan yola çıkarak geliştirdiğim serbest çağrışım tekniği ile akşam vakti Kadirizme kadar vardı konu. Resim de o nalet akış tekniğinin ürünü. 'Güzelleşilmiş zamanlarda yazılan yazılardan pek de iyi bir performans beklenemez' cümlesiyle kapatacağım namemi. Hem Kadir Abi de güzelleşiyor işte basbayağı...

29 Nisan 2010 Perşembe

Soul Kitchen


Katkaya daima haklıdır. Herkesten önce galasını izleyip yazmıştı Fatih Akın'ın son filmini nasıl beğendiğini. Ancak izlemeye fırsat bulabildim Soul Kitchen'ı. Çok güldüm. Çok da beğendim. Bir kez daha tanışmak istedim Katkaya ile. Böyle bir filmden keyif alan insan kafa insandır zira. Maliye'yi becerdiği için Maliye tarafından becerilen bir adamın bulunduğu senaryo da kafa insanlar tarafından yazılmıştır zaten. Gerçi filmin senaryosunun çalıntı olduğuna dair suçlamalar yapılmış ama, dikkate almıyorum bu suçlamaları. Bir kısım densize göre dünyayı da bir öküzün boynuzları taşıyordu. Ne yani bunu da mı dikkate alacaktım?

27 Nisan 2010 Salı

Her Yer Karanlık...


Sağolsun, havalar düzelmemekte kararlı. Hal böyle olunca insan özlüyor ılık havaları ve yazlık giyim eşyalarını. Tiril tiril elbiselerimi, topuklu keten ayakkabılarımı ve hatta bilekten bağcıklı sandaletlerimi delicesine özlemiş durumdayım. Oysa mayıs ayına geldiğimiz halde ayağımda hala çizme var. Kış moralsizliği ve kurtulamadığım çizmeler yüzünden bir tekir kedi samimiyetiyle avaz avaz ağlamak istiyorum sokağa çöküp (var bizim iş yerinde böyle bir tekirimiz; hiç susmuyor Muşki, sürekli miyavlıyor).

Berbat havanın inadına yaz tatili planları yapıyorum. Kemer'i ve Fethiye'yi fethetme planları kuruyor, yazın izni hangi sıralamayla kullanacağımı hayal ediyorum. Bir Haziran sonu bir de Ağustos sonu yakışır Akdeniz kaçamağıma diye pırpırlanıyorum. Sonra kaldırıp başımı pencereden bakınca, hoop havası kaçan balon gibi sönüveriyorum. Çünkü dışarısı kapkara, nalet bulutlar geçit vermez durumda, rüzgar soğuk, yerler ıslak. Başlıyor aklımda Makber'in ilk notaları dönmeye...

Hep beraber söylüyoruz. Son, ki,üç, dört: "Her yeeerr karanlııııkkkk"

26 Nisan 2010 Pazartesi

Nasıl Değerli İnsan Olunur?



Bugünkü aydınlatıcı yazımız "Nasıl değerli insan olunur?" sorusunun formülize cevabı ile ilgili olacak. Cevap ise pek kısa ve pek basit olacak:


"İğrençleşin Efendim! Mütemadiyen iğrençleşin!"


Göreceksiniz ki, insanlar bir "dost" ve "arkadaş" olarak sizden vazgeçemeyecek, sizin için kavgalar verecek ve dahi sizin için cihad düzenleyeceklerdir.


Afiyet olsun...

24 Nisan 2010 Cumartesi

23 Nisan ve Teenager'lar


İstanbul gemilerinin nasıl tımarhaneye dönüşebileceğini ve akşam vakti buz gibi boğaz sularına (boğulma pahasına da olsa) atlayarak canını kurtarma isteğine direnmenin ne demek olduğunu deneyimledim dün akşam. Bre İstanbul gençleri! Bu nasıl bir 23 Nisan ruhudur ki, mini mini veletlerin bayramını kendinize mal edip davulunuzla zurnanızla ve dahi tefinizle gemilere doluşursunuz? Bu nasıl bir 23 Nisan şenliği anlayışıdır ki o gemileri 3. sınıf düğün katılımcısı ruhu ile böğürerek şarkı söylenen ve çığlık çığlığa konuşarak çiftleşme çağrısı usülünde garip sesler çıkarılan bir kakofoni ortamına dönüştürür, üstüne bir de göbek atıp şıkıdım şıkıdım oynarsınız? Hayır 19 Mayıs'ta olsak bir miktar anlamlandıracağım olayı. Çocuk bayramı ulen? Bu nasıl bir şenlik anlayışıdır?

Sinir eziyetini yaşadığım o kabus 1 saat 15 dakika boyunca hayatımın mutlu ve huzurlu bütün anları film şeridi gibi gözümün önünden aktı be sevgili blog! O anları hatırlamaya çalışarak ayakta kaldım. Ama her yerden bir teenager fışkırıyor, her noktadan teenager böğürtüleri duyuluyor, ayağımın altında hamam böceği misali teenager kaynaşıyordu! Adadan aldığım huzur 1 saat 15 dakikada yerle yeksan oldu. Beynim o kadarcık süre içinde out of order konumuna geçti. 23 Nisan'da böyle olan liseli veletler, 19 Mayıs'ta korkarım gemilerin yönetimini korsanlık yaparak ele geçirirler!!!

18 Nisan 2010 Pazar

Arkadaşlar, Ayrılıklar


Bir zamanlar yakın olduğum iş arkadaşlarımın kendilerini HÜ'den kurtardıktan sonra Türkiye'nin dört bir yanına dağıldığını farkettim bugün. Hatta bazılarının sessiz sedasız evlenip barklandıklarını... Aynı iş yerinde çalışıp, benzer zulümlere uğrarken, aynı hocalara küfredip, geçmiş gönül acılarımızı paylaşırken, normal insanlar gibi yaz tatillerimiz olmadığı için ağlaşıp, tuzbuz olmuş ruhlarımızı iyileştirme umudu ile birlikte sosyalleşmeye çalışırken geliştirdiğimiz kötü zaman dostluğunun ne büyük hızla unutulduğunu farkettim. Hüzünlendim.

Yaşadığımız iş eziyeti normal limitlerin öylesine dışına taşmıştı ki, ağzına kadar mutsuzluk dolu, çekilmez insanlara dönüşmüştük. Yaprak dökümü bir anda başladı bu yüzden. İstifalar ve ilişik kesmeler çığ gibi ani geldi. O berbat iş yerine dair her şeyi geride bırakmayı kafaya koyarak çıkıp gittik silbaştan yaratacağımız hayatlarımıza. Birbirimizi de geride bırakma kararı aldık. Sanki sessiz bir anlaşma yapılmış gibi, gidenler geride kalanları bir daha hiç aramadı. Geride kalanlar da gidenleri... Birarada geçirilen günlerin anısı öylesine şiddet doluydu ki, yeniden görüşürsek psikolojik olarak o günlere dönmekten korkmuştuk.

Ö ilk gidendi, A ikinci ve U üçüncü. Ben sonuncuydum, en çok dayanan ve en büyük zararı gören... Eski dostlar çıkıp gidince, anıları kaldı geriye o korkunç iş yerinde. Yaşadığım stres yetmezmiş gibi, bir de eski dost hüznü ile mücadele ettim.

Gidenler demişti ki, "iyileşmek en az bir yılı alıyor". "Kabuslardan kurtulmak ve artık özgür olduğunu anlayabilmek için en az bir yıla ihtiyacın var".

Haklıydılar. Aradan 5.5 ay geçti; kabuslar ancak bitmeye yüz tuttular. Ve ilk kez özlemeye başladım eski iş dostlarımı. Bambaşka şehirlere dağılıp, yeniden biçimlendirdikleri hayatlarının fotoğraflarına baktım bugün. Sonra eski günleri düşündüm, henüz biraradayken paylaştıklarımızı. Küçük bir hüzün kavanozuna dönüştüm...

17 Nisan 2010 Cumartesi

Uysal

Bazen özeniyorum kedi gibi sakin, uysal kadınlara. İçimdeki Xena yüzünden olsa gerek 32 yıldır uysallık nedir bilmedim. Kendisine her söyleneni zerafetle gerdan kırarak kabul eden, hiçbir meseleyi sorgulamayan, uzaklara dalmış puslu bakışlarıyla sadece "evet" deyip "hayır" kelimesini kullanmayan kadınlar var şu hayatta. Bildiğim kadarıyla erkekler de bu tür kadınların hayalini kuruyorlar. Haksız da değiller hani bu isteklerinde. Başları modern hayatın Amazonlaştırdığı kadınlarla çok sık derde girdiği için kuruyorlar 'uysal kadın' hayalini. Anlaşılmayacak istek değil.

Kendi adıma konuşmam gerekirse, seviyorum ben bir parçamla Xena olmayı. Daha bebekken ortaya çıkan bir kişilik özelliği bu. Her daim tayakkuz halinde, her daim savaşa hazır, bir parça vahşi. Kendim gibi insanlarla tanıştığımda onları uysal gruptan daha çok seviyorum hatta. Başkalarının yüreğine korku salan zor karakterler bana daha bir sevilesi geliyor. Bir bakışta anlıyorlar beni, ben de onları. Delinin deliyi tanımasıyla açıklıyorum ben bu durumu. Ya da türler arasındaki benzerlikle.

Yine de bazen uysal olmanın nasıl bir şey olduğunu merak ediyorum. Kalıcı bir ateşkes içinde, hiçbir savaş beklentisi olmadan yaşamanın ne tür bir duygu olduğunu... Bununla birlikte, asla değişmeyeceğimi ve bu merakımı tatmin edecek şartlara ulaşmayacağımı da biliyorum. Olduğum gibi kalmaya devam ediyorum.

Antichrist


Günün ilk filmi olarak Antichrist'ı izledim. Hiç huyum değildir büyük yönetmenlerin filmlerini izlerken sembolik sahnelerde neyi anlatmaya çalıştıkları üzerinde fikir yürütmek. Bu film de huyumu değiştirmedi. Sadece kötü, hem de çok kötü bir tür olduğumuzu düşündürdü bana. İnsanoğlu içsel anlamda habis bir canlı. Bu tür filmleri hayal edip çekebilmemiz ve izleyebilmemiz de bunun en açık kanıtı.

Kolayca anlaşılabileceği üzere, pek çok izleyicisini olduğu gibi beni de rahatsız etti Lars Von Tırıvırı efendi. Cumartesi sabahı için sarsıcı bir film oldu. Filmi eleştirme işlemini bu işin erbablarına bırakıp, içime oturan rahatsızlık duygusunu defedecek bir yöntem düşünmeye başlayarak güne devam edeyim iyisimi ben...

16 Nisan 2010 Cuma

Haftasonu Menüsü


Yukarıdaki eli bavullu amcamızın fotoğrafına bakıp, 80'lerde köyden indim şehire formatında İstanbul'a gelen nice vatandaşımızdan biri olduğunu düşünürseniz fena halde yanılırsınız. Zira fotoğraftaki kişi James Bond filminin çekimi için İstanbul'da bulunan Sean Connery'nin bizzat kendisidir. Bir zamanların İstanbul sahilindeki görüntüye de dikkatinizi çekerim bu arada. Koyun nüfusu pek bolmuş o zamanlar bizim sahillerde...


Gelelim bu fotoğrafın ne diye bloga yerleştirildiğine. Malum, günlerden cuma, önümüz haftasonu. Plan zehirlenene kadar Amerikan filmine boğulmak. Araya da çeşni niyetine Almadovar ve Fatih Akın katmak. Her telden çalarak kendi kendini filme boğmak. Kendime şimdiden başarılar dilerim. Size de iyi haftasonları.

14 Nisan 2010 Çarşamba

Sabır...

Her yazının altına "hepsi yalannn" yazasım var vurgu vurgu, ama hanımefendilik yasaları gereğince tutuyorum kendimi. Bugünün özlü yazısı da bu olsun...

13 Nisan 2010 Salı

Çayınızın Yanında Biraz Şefkat Alır Mıydınız?



İnsan olmayı öğrenemeyenler bari hayvan olmayı denesinler. Belki biraz feyz alır, duyarlı hayvanatlara dönüşürler....

Sinir-cell


Dokunulduğunda yahut kurcalandığında, fena halde sinir patlaması yaratan hassasiyet butonlarına sahip bir insanım ben. Bir numaralı hassasiyetim de ağaç kesme eylemi üzerinedir. Sinir manyağı olduğum bu tür zamanlarda kurduğum fantezilerden en birincisi, herkesin hayatında bir kere cinayet işlemesine izin verildiği bir paralel evrendir. Bu paralel evrende işleyeceğim cinayetin en birincil kurbanı da ağaç kesen insan (olamamış yaratık) türüdür. Evet efendim. Bizim iki yanda oturan ve ev efradı olarak aramızda "kara suratlı köpek" olarak andığımız yaratık kadın, yıllarca gözünün içine bakarak büyüttüğümüz ağaçlarımızın kanına girdiğinde ilk ve son legal cinayetimin (hayali) kurbanı rolünü üstlenmiştir fantezi paralel evrenimde.

Bir tek kabadayının isteği üzerine, işyerimin önündeki nefis ağaçlar için kesilip yokedilme kararı alındığında aynı sinir-cell butonuna basılmış hissettim bugün. Ama yazık ki paralel evrenimde bir tek cinayet işlemeye hakkım vardı. Ben de oyumu yıllardır olduğu gibi kara suratlı köpekten yana kullandım.

Fantezileri bir kenara bırakırsak, içim yanıyor o gariban ağaçlar için. Kahroluyorum başlarına gelecek işi duyduğum saatten beri...

10 Nisan 2010 Cumartesi

Bu Çocuk O Çocuk

Resimlerdeki 7 Farkı Bulunuz:

Bu Çocuk:



O Çocuk:

"Abdurrahman"

Adı üstünde...
Allah’ın kulu demek.
Rahmet sahibi demek.
“Dinsiz” deseler...Dedesi, hacı, Nakşi şeyhiydi.Büyük dedesi, medrese müderrisi.
“Başörtüsüne karşı” deseler...Sekreteri bile türbanlı.
“Elit” deseler...Şanlıurfa’nın gariban köyünden.
“Asker” deseler...Sivil.
“DTP’yi kapattı, ırkçı” deseler...
Ana tarafından Kürt.
“Hukuk bilmiyor” deseler...Ankara Hukuk mezunu.
“Savcı ama hâkim değil” deseler...Acıpayam Hâkimliği yaptı, Bulanık Hâkimliği yaptı, Gürün Ağır Ceza Mahkemesi Başkanlığı, Adli Yargı Adalet Komisyonu Başkanlığı, Silifke Hâkimliği, Yargıtay Tetkik Hâkimliği yaptı.
“Tecrübesiz” deseler...12 sene önce Yargıtay üyeliğine seçildi, Yargıtay Ceza Dairesi üyeliği yaptı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcıvekilliği yaptı, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı.
“Koltuk sevdalısı” deseler...Seneye emekli.
“Paragöz” deseler...Milletvekilinden az alıyor.
“Anayasa’ya aykırı” deseler...Madde 148, anayasal görevi.
“Uyarıyorum” dedi...Bakalım ne diyecekler?

Yılmaz ÖZDİL

Benim için sadece günün değil, bir ömrün adamıdır Abdurrahman Yalçınkaya.
Kendisine duyduğum saygı ve sevgi sonsuzdur.

Cumartesi Güzellemesi


Çocukluğumdan beri en sevdiğim gündür cumartesi. Genellikle sabahın körü gibi uyanır, uzuuun bir yatakta kitap okuma ritüeli gerçekleştiririm. Çıtır çerez kitaplar seçerim bu ritüel için. 80'lerde çıkan Stephen King yahut Dean R. Koontz kitapları biçilmiş kaftandır böyle sabah okumaları için. Malum 80'lerde coşan bu iki yazarın ard arda yayınlanan kitapları sayesinde şahlanmış, yeni bir anlam kazanmıştır korku edebiyatı. Örneğin bu sabah sahaftan bulduğum 1988 baskısı Yabancılar (Strangers) kitabı ile cumartesi sabahı keyfi yaptım. Kanımca Koontz'un en iyi kitabıdır...

Saat 11'e kadar süren yatak-kitap faslını illa ki gecikmiş kahvaltı ritüeli takip eder. Sucuklu yumurtanın ayartan varlığı olmayan bir cumartesi kahvaltısı mümkün müdür? Yahut çıtır ekmek üzerine sürülen çilek reçelinin son dokunuşu olmadan kahvaltı tamamlana bilir mi? Bizim çocukken "kedi dili bisküvi" dediğimiz eti finger bisküvisini çaya banarak kahvaltıyı sonlandırmak da bir altın vuruş gibidir.

Cumartesi günlerini eller havaya, dens dens dens modunda geçiren biri değilimdir pek. Dışarıda fink atmaktansa evde kanepe insan pozisyonunda kitap-film-tv keyfi yapmayı tercih ederim. Fakat bulunulan şehir İstanbul ise ve elin altında bir pontiş var ise (siz ona araba diyorsunuz) Hisar'da bir kahvaltı ve akabininde Fener'de uzuuun bir öğlen yemeği pek şahane olabilir. Yok eğer Ankara'da iseniz Eğmir Gölü'nde keyfetmek de ayrı bir şahanelik duygusu ile karşılanabilir. Ev de yakışır cumartesi ruhuna, sokak da... Severim kerata cumartesiyi her halükarda...

9 Nisan 2010 Cuma

Hobimi Kaybettim Hükümsüzdür!



Üstünüze afiyet, beş ay boyunca evde ense yaptığım halde bir tek gün bile sıkılmadığım pek civcivli bir hayatım vardı işe girmeden önce. Bol miktarda kitap okuyor, film izliyor, internet tabanlı müzik araştırmalarına girişiyor, daha önce el atma fırsatı bulamadığım kutuları, çekmeceleri düzenliyor, varlığını unuttuğum eski ıvır zıvırı bulup çıkardıkça haklarında güzellemeler yazıyordum. Kendimce Derya Baykal'cılık da oynuyordum arada. Kağıttan maket ev yapıp, deli bilimadamı dağınıklığında dolaşıyor ama pek düzenli sanatsal eserler yaratıyordum.


Mutluydum be blog! Minik icadlar çıkarıp bütün günü o icadla ilgili abukluklar yaparak geçirebiliyordum. Bir tek gün bile sıkılmadığım bu boş hayatın son diliminde bitkilere sardırmıştım hatta. Saksı ve toprak kavramı ile tanışıp, Mısır Çarşısı'nda tohum aramaca oyununa katılıyordum. Horoz ve tavuklar da vardı Mısır Çarşısı'nda ki, konu ile alakasız bir düşünce olarak girdi araya bu hayvanatlar.


Şimdi sabah 8 - akşam 6 düzenine girince, çok arar oldum hobilerimi. Akşam eve ulaştıktan sonraki saatler fırtına hızı ile geçip gidiveriyor. Birazcık kitap okuyayım, bir dizi yahut film izliyeyim, "amanın odam dağılmış, bir toparlayayım" derken carttadanak uyku komasına girmiş buluyorum kendimi. Terk ettiğim hobilerim arkamdan hüzünle el sallıyor. Ne fena şeymiş bu çalışma hayatı be blog! Kaybedilen hobileri hükümsüz ediveriyor.

8 Nisan 2010 Perşembe

Asortik Efem


Güne asortik efem dinleyerek başladınız mı hiç? Ben bugün öyle yaptım serviste. Şarkı şuydu: "Terelellel terelelleeel, terelel lel lel lellii yaaarrr dın dın dın dın dın..." Bu nakarat böyle bir süre devam etti. Sonra 80'lerden anımsadığım bir arabesk şarkı başladı. Ama unuttum sözlerini. Yağmur yağıyordu bu nefis şarkılar çalarken. Hüzünlendim ben de. Bir servis şöförü hayal ettim. Sabahları milletin kafası şişmesin diye chill out çalıyor. Akşam eve dönerken neşelenelim diye, alternatif rock filan bulup buluşturuyor dinletiyor. Ne bileyim, resmi tatil ya da bayram öncesi günlerde takıyor Frank Sinatra'yı, "Fly Me To The Moon" ayarında eğlence sunuyor. O arabesk şarkıyı dinlerken ve Ferdi Özbeğen'i anarken bunlar geçti aklımdan sevgili blog. Korkarım zekamı bu yağmurlu havalar köreltti...

7 Nisan 2010 Çarşamba

Resim Kopyacısı Yakalandı 2!

Çay-kahve içmek konusundaki gelişmemişliğim, bu sıvıları barındırmaya hizmet eden aparatlar konusunda da aynı soğuk duruşu sergilediğim anlamına gelmiyor. Pek seviyorum kupaları, fincanları, renk renk çay bardaklarını. Ama bunu bir başka sevdim. Bulan olursa bana haber etsin de edineyim...


How I Hate Your Mother!

Günlerdir ev ve aile çekip çevirmenin zorluklarından bahseden kadınlardan dert çekiyorum. Sabah 8:00'da başlayan bu talihsiz dinleyicilik hali, tercihe göre 18:00'a kadar sürebiliyor. Hepsinin ortak bir noktası var. Beden sağlıklarını bir şekilde kaybetmişler. Sizinle tanıştıkları anın 3. dakikasında yaşadıkları rahatsızlıkları ballandıra ballandıra anlatmaya başlıyorlar. Ve öylesine hipnotize ediyorlar ki karşılarındaki insanları, kişi kendini hiç niyeti yokken çocukluktan bu yana yaşadığı bütün rahatsızlıkları aynı zevkle sayıp dökerken buluyor!!!

Ruhumun bu kadınlar tarafından ele geçirildiğinden korkuyorum sevgili blog. Bir de büyüyünce bu tür bir kadına dönüşmekten... Kocasına annelik, çocuklarına anne+öğretmenlik, eve hizmetçilik, doktorlara da müşterilik eden bu kadınlardan alabildiğine tırsıyorum. Bir de bu mutsuz kadınların eşlerinin gözündeki yerini merak ediyorum ister istemez. Sürekli hastalıktan yakınan bir kadının bir erkeğin sinir sistemi üzerinde ne tür etkiler yaratabileceğini hayal etmeye çalışıyor, ama bunu başaramıyorum. Bu tür kadınlar tarafından büyütülen çocuklar var bir de. Peki ya onlar bu manzara içinde büyüdükten sonra nasıl insanlara dönüşüyor?

Kendi annemi düşünmeye başladım son günlerde. Yıllar öncesine gidip annemin nasıl bir kadın olduğunu hatırlamaya çalıştım. Annem hakkında anımsadığım en net şey, sabahtan akşama çalıştığı bir iş, büyütmek zorunda olduğu iki velet, çekip çevirdiği bir ev ve bir boka yardım etmeyen bir kocası olduğu halde; bir tek gün bile şikayet ettiğini duymamış olmamdı. Ve evet, bir tek kez bile hastalanıp doktora gitmemiş, rapor almamıştı. Ve elbette... ağlak bir yüz ifadesiyle ensesinden yakaladığı yabancı insanlara anlatmamıştı neresinden ne rahatsızlık pörtlediğini...

1 Nisan 2010 Perşembe

Fiştek Cemiyeti

Etrafımız varoluşunu bizi fişteklemeye adamış enteresan insanlarla dolu. Fiştek cemiyeti üyelerinin hayatın kötü yönleri üzerine yaptığı vurgular, içimizdeki olumsuz duyguları canlandırıyor durup dururken. Beyenemez oluyoruz bir haltı! Durduk yere karpuz kabuğu düşüyor aklımıza. Anıra anıra peşine düşüyoruz. Demem o ki, fiştekçilere değil destekçilere kulak verelim biraz da... Yapamazsın, edemezsin, bulamazsın, gidemezsin, gelemezsin temalı konuşmaları kulak arkası ediverelim.

Olumlu konuşmayı bilen herkese buradan selam ederim.
Fiştekçilere de beter olun temalı beddualarımı iletmeyi bir borç bilirim.