31 Ağustos 2010 Salı

Gecenin Öteki Yüzü

Genç kadın kendisini atmaya gittiği denizin kıyısında dururken, bir berduş peydah olur, yanına yanaşır. Sorar kadına:

"Ateşin var mı?"

Kadın sesini çıkarmadan adama bakar sadece. Kadının amacının ne olduğunu bir bakışta anlayan adam konuşmaya başlar:

"Sigara içmez misin? Allahbilir rakı da içmezsin. Konuşmasını da bilmezsin diyi mi? Sen kuşları da sevmezsin. Çiçekleri de. Söyle! Öyle diyi mi? Çocukları? Canın çekmez mi hiç keyfetmeyi? Parayı sever misin parayı? Onu da mı? Erkeklerden nefret ediyorsun ha? Eee sana da bu yakışır. At kendini denize! Ne duruyorsun? Boşuna bu dünya de be! Benim yarı yaşım kadar bile yoksun. Güzelmişsin de. Derdin mi çok? Ha? Benden de mi çok? At kendini şurdan denize! Seni o paklar."

Adam sigarasını dudaklarının arasına götürür ve bütün konuşma boyunca hiç sesini çıkarmayan kadın aynı sessizlik içinde adama çakmağını uzatır. Sigarasından bir nefes çeker adam. Ve kadına son bir soru sorar:

"Madem ateşin var, ne duruyorsun karanlıkta?"
"Hadi koş hayata"

Adam dönüp sırtını giderken bir yandan da karanlığa doğru haykırır:

"Hey bre Karacaahmet, karamezarlık! Sana gelmiyorum işte! Var mı bir diyceğin? Yorgo'nun Meyhanesi'ne gidiyorum. Daha çook beklersin çok."

Genç kadın, gülümseyerek ayrılır deniz kenarından. Yaşama kararı almıştır.

Gecenin Öteki Yüzü'nün giriş bölümünü izlemek isteyenler buradan buyursunlar:

http://video.mynet.com/rusvan/gecenin-oteki-yuzu-musfik-kenter-replik-at-kendini/353711

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Keanu Reeves


Hayatlarımıza kendisini yakışıklı zanneden kıçı kalkmış adamlar giriyor ya arada bir, KR fotoğraflarına baktıkça en çok onlara gülüyorum...

Kazlar ve Başlamadan Biten Artizlik Kariyerim


Absürdlük çoğunlukla göbekbağıyla montelidir bizim ailenin hayatına. Nereye gitsek, ne halt yesek, illa bir absürd durum bulur, çıkarır, içine düşer ve hatta içinde debeleniriz. Gelenektir bir nevi hayatımızda. Rut'la birkaç günlük huzur aramaya gittiğimiz tesiste "artiz olma" hayallerine kapılınca, absürdlüklerden absürdlük beğenme konusunda eski geleneğe dönüş yaptık.

Herşey bir grup şüpheli tipin organize bir çekim platosuna doluşup "Se se se" "De ne me" zırıltıları eşliğinde kulaklarımızı taciz etmesiyle başladı. Bizim radarlar aaanııında alarm moduna geçti tabi. Gözlerimizi pörtleterek "Neler oluyor? Bu adamlar kim? Çalgıcılar yakışıklı mı? Kamera da olacak mı? Zeki Müren de bizi görecek mi?" sorularını yönelttik Rut'la birbirimize. Sinsi sinsi, çalıların arasına sinip gözetledik neler olduğunu çekim platosunda. Ekibin akşam yapılacak canlı yayın için prova yaptığını öğrendik.

"Artiz olmak için bundan daha iyi fırsat mı olur ayol?" diyerek akşamı dar ettik elbette. Bu talihsiz seçimin sonucunda, kendimizi arka arkaya yerleştirilmiş plastik sandalyelere tünemiş bir avuç tatilci grubunun içinde canlı yayına bağlanırken bulduk. Sunucunun Türkmen olduğunu, program konuklarının da yalnızca Türki cumhuriyetlerden geldiğini keşfetmemiz ve anlamadığımız bir dilde konuşulmaya başlanınca daralmamız sadece birkaç dakikamızı aldı. Ama kaçacak deliğimiz yoktu! Canlı yayın başlamış, kameralar zaten bir avuç olan izleyici topluluğunu yandan çarktan deşifre etmeye başlamış, biz iki uyuz da kamera çekerken kalkıp gitmek olmaz diye yerimize çakılıvermiştik.

Absürlük diyerek başlamıştık diyil mi bu garabet yazıya? Evet, içine düştüğümüz absürd evrende, bir asistan bize habire alkış efekti yaptırmaya çalışıp kaşlarını çatarken, Kırgız bir kızcağız sadece "tabanvay" dediği kısmı anlamlandırabilip gülme krizi geçirdiğimiz çocuk şarkısına benzer birşeyler söylüyor, tatil yerinin kadrolu kaz ve ördek grubu yüksek müzikten aldıkları gazdan olacak sahnenin hemen kenarında vaklaya gaklaya birbirini kovalıyor ve ben de Rut'a bu işkencenin bitmesi için kendimi çırıl çıplak sahneye atacağımı iddia ediyordum. Sunucunun ani bir dellenmeyle aramıza inip içimizden rastgele seçtiği kurbanlara duygu ve düşüncelerini sorduğu bölümde, sözlü yapan öğretmeninin dikkatini çekmemek için sandalyesinde küçüldükçe küçülen tiplere dönüşmemiz de son cilayı attı canlı yayın rezaletimize. Bizden artiz martiz olmayacağını ossaat anlayıp yayının bittiği salise içinde kendimizi can havliyle çekim platosunun dışına attık. Şimdi o geceden geriye kalan en yegane anı kazlar benim için. Kazlar ve başlamadan biten artizlik kariyerim...

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Sanal Zeka Geliştiren İlk Blog Benimki Olacak, Bak Şuraya Yazıyorum!

Yolculuk vakti geldi. Bir süre için buralarda olmayacağım. Atıl kalmış blog efekti oluşacak muhtemelen earinna adı altında. Yabani otlar büyüyebilir mesela ben yokken. Belediye blogun içinde kazı yapıp, çukurları kapatmadan bırakabilir. Limonla üzüm birbirine girebilir ben yokken baskın karakteri belirlemek adına. Zamanında yatırılmayan faturalar yüzünden blogun elektiriğiyle suyu kesilebilir. Ama yaklaşan referandum yüzünden kömür yardımı da yapılabilir atıl sayfama. Blogsuz biri, hazırda atılını buldum diyerek yerime yerleşebilir. Birileri kafayı fi tarihinde yazdığım birşeylere bozup, bloga erişimi engelleyebilir. Yahut yokluğumda sayısal loto tutturan blogum zengin olup bir başka ülkeye göçebilir. Sanal zeka geliştirip kendi kendine yazmaya da başlayabilir blogum. Ya da uzaylılar tarafından istila edilebilir. Görüyor musunuz bakın? Gidişler nelere kadir? Şu hayatta herşey olabilir.

20 Ağustos 2010 Cuma

Marion Cotillard "Take It All"


Dinledim, aklımdaki perde kalktı. O halde günün şarkısı olmalı.


Youtube görüntüleyemeyenler, Nine filminin Marion Cotillard tarafından canlandırılan "Take It All" bölümünü taratıp, diyalogların ardı sıra gelen şarkı sözlerindeki ilahi haklılığa kulak verebilirler:

https://youtu.be/UlQ5d9bEYH8

19 Ağustos 2010 Perşembe

Rita Eksik Kalmasın


İlla Bir Başlık Mı Olmalı?

The Duchess filmiyle rastlaşınca tv'de, göz ucuyla izledim. Hatta Düşes'in hikayesini okuyup, hüzünlendim. Bir bahtı kara kadın hikayesi daha... Ancak yeterince dert tasa yüzü gören bloguma bir nefes alma ihtimali doğsun diye anlatmayacağım hakkında okuduklarımı. Herneyse, film son bulduğunda soundtrack'ının ne kadar güzel olduğuna dair ani bir aydınlanma yaşadım. Yazma müziği dediğim türden notalardı. "İşte" dedim, "bu dönemin yazma müziğini buldum".

Amatör yazılarıma her dönem ayrı bir film soundtrack'ı yakıştırırım. Örneğin arkaik öykülerimin takıntı müziği The English Patient'a aittir. Unutulmaz Macar ninnisi Szerelem, Szerelem'i dinlemeye hala cesaret edemem. Fena vurur. Elbette mesleki damarımı kabartan Herodot'un rüzgarlarının tanımlandığı notaların yerini tutabilecek bir başka nota silsilesi de bilmem.

Bir dönemin roman düzeltme süreci boyunca Lord of the Rings'di eşlikçim. Dinlerken gözlerimin önünde Elf diyarlarının belirmesi hayal gücümü beslerdi. Ve cesaret aşılardı bana savaş notaları. Devam etmek zor zanaattı, ama o müzikle mümkündü.

Şimdi The Duchess'in notaları geldi misafirliğe. Hem huzurlu hem hüzünlü.

Yazmak lazım...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Unutulmayan Adam

O'nu unutamıyorum. Sabahtı. Erken bir saat. Nereye gidiyordum? Anımsamıyorum. Bekliyordum. Önümden geçti. Tekerlekli çöp arabasını itekleyerek. Yaşını başını almış bir belediye işçisiydi. İşi çöple uğraşmaktı. Bize kalsa en aşağı iş olarak görürdük öyle değil mi? Hangimiz çocuğumuza çöpçü olmasını öğütlerdik ki? Çöp çirkinlik demekti. Düşkünlüktü çöple uğraşmak. Zavallılıktı. Ne küçük yüreklerimiz vardı... Önümden geçip giderken, gördüm ki, ekmek teknesini, çöp arabasını, bir yanından öbür yanına yapma çiçeklerle süslemiş. Bir kaç da canlı çiçek iliştirmiş kenarına süslerinin. Ekmek teknesini güzelleştirmiş. Bizim yüreğimizdeki çirkinliği o güzelliğe dönüştürmüş. Yaşam sevgisi miydi bu? Kabullenmek miydi hayatı olduğu gibi? Gerçek yürek güzelliği miydi? Bilmiyorum. Unutamıyorum..

Don't Be Real





Dönüş

Tanıştık tanışalı kaç yıl oldu anımsamıyorum. 15? 16? Lisenin küflü sayfalarına kadar gidiyor mazimiz. O günlerden görüştüğüm kimse kalmamış gibi hissettiğim zamanlarda hep onu unuttuğumu farkediyorum. Sanırım aynı ülkenin sınırları içinde yaşadığım insanları hayatımda sayıyorum ben. Diğer ülkeler başka gezegenler gibi geliyor. Diğer ülkelere gidenlerse, döndükleri zamanlarda varolabiliyorlar sadece. O da öyle. Döndüğünde kapıda gülümseyerek beliriyor. O zaman varlığı gerçek geliyor. Dostluğumuz bir gün öncesinden nerede kaldıysa, oradan devam ediyor. Oysa aradan yıllar geçmiş oluyor bazen. Şaşırıyoruz birbirimize bakıp. Lisede nasılsak, öyle görünüyoruz hala. Boyunun 30'undan sonra açıklanamaz biçimde uzaması paranormal olayını saymazsak, tepeden tırnağa aynı kalmışlığımıza gülüyoruz. Sonra anlatmaya başlıyoruz olanı biteni. O dönene kadar ev bellediği ülkeye, anlatmaya devam ediyoruz. Biliyoruz bir sonraki konuşmanın bir iki yıl sonra olacağını çoğunlukla. Ama alışmışız yıllardır, aldırmıyoruz.

Ancak bu geliş farklı. İlk kez geri dönme fikri belirmiş düşüncelerinde doğduğu ülkeye. İş başvuruları yapmış CV'leriyle. Öğüt istiyor benden. Bir miktar da cesaretlendirilmek. Böyle zor bir kararın alınışına ya da alınmaktan vazgeçilmesine tanıklık etmek de bu dostluğun bir parçası. Kaç yıl geçmiş gidişinin üzerinden onu bile hatırlamazken, dönüş için fikir paylaşmak çok garip geliyor. Kalmak da dönmek kadar bir görünüyor.

14 Ağustos 2010 Cumartesi

Keanu Reeves


Ben Selebritimi Poposundan Tanırım!
Beli açıkta kalan Keanu Reeves'in fotoğraflarını gören Türk anneleri "Evladım ört belini, üşüteceksin!" kampanyası düzenledi.

13 Ağustos 2010 Cuma

Tanita Tikaram "Twist in my Sobriety" (1988)


https://youtu.be/7s8glZ-efMg

12 Ağustos 2010 Perşembe

Keanu Reeves


10 Ağustos 2010 Salı

Maymun Yazar

Düşündüm de, şu blogda car car elin kitabını anlatıp başarısından dem vuruyorum; ama kendi yapıtıma bir selam duruşu çakıp, iki gönlünü almıyorum. Elalem 'kitap çıkarıyorum a dostlar' diye ter ter tepinirken kendi blogunda, ben hepi topu son kısmını yazmaya elim varmıyor diye kendi romanımı yok sayıyorum. Kitap hakkında vır vır yazıp çizip 'böyle de entellektüel bir kişiyim, hem yazarım hem çizerim, başka da bir halta yaramam' temalı fırtınalar koparmak dururken, bilgisayarımın tozlu masaüstü simgeleri arasında mini mini sırıtan book dosyasını olduğu yerde unutmayı tercih ediyorum.

Hep maymun iştahlılığım yüzünden oluyor bunlar. Çocukken de böyleydim ben. Birden birşeye kafayı takar, bütün enerjimi onu yapıp etmeye harcardım. E öyle hoyrat harcanan enerji durur mu durduğu yerde? Zırt diye kapanıverirdi enerji hatları. Ben de hoop, ilgimi kesiverirdim uğruna onca çaba sarfettiğim halt her ne ise. Kitapta da böyle oldu bu. Ömrümün enerjisini yedi yahu keratanın yazılıp biten 333 sayfası (sayfa sayısı hakkında valla geyik yapmıyorum; yazılan kısım o kadar cidden). Pek de iyi gidiyordu aslında. Final bölümü bile yazılmıştı tarafımdan, hem de taa en baştan. Zurnanın deliğinin tıkandığı nokta kitabın sonu oldu. Mutlu son vs. mutsuz son savaşı başlayınca ilham hücrelerimde (ilham hücresi nedir ben de anlayamadım yalnız, belki gri beyin hücreleriyle bir alakası vardır) tozlanmaya bıraktım romanı durduğu yerde. İyi halt ettim! Maymunluk işte. Elalem "yazarım" diyor, ben "maymunum" diyorum o gün bu gündür.

Hep o kahrolasıca endişeler yüzünden! Bir kitap mutlu sonla biterse klişe diye cart curt ediliyor eleştirmenler tarafından, mutsuz sonla biterse de okuyucu kıl olup gönül koyuyor. Arada bırakıp romanın sonunu, ne öyle ne böyle gibisinden sonlandırmak da maymungillerden bir yazar olarak benim içime sinmiyor. Ne edeyim nerelere gideyim sayın okuyucu? Sorarım size?

8 Ağustos 2010 Pazar

Simyacı


Simyacı aklıma düştü geçenlerde. Oturdum yeniden okudum. Yıllardır tekrarlıyorum bu ritüeli. 2-3 yıllık aralıklarla. Tahminen 1996 ya da 97'den beri bu böyle. Her dönüşümde kitaba, okuduğum şeyden farklı sonuç çıkarıyorum. Çünkü yaşlanıyorum. Yeni yaşlar yeni bakış açıları getiriyor. Ve sanırım benim yeni bakış açıları da realitenin bünyeye zarar noktalarına doğru ilerliyor. Kitabın kapağını bilmem kaçıncı kez kapatırken anladım bunu. Çünkü onu ilk okuduğum zamanlarda içinde anlatılanların olabilirliğine duyduğum saf inancı netlikle anımsıyordum. Oysa şimdi bütün hikayenin insan ruhuna avuntu vermek için yazıldığı ve gerçekleşmesi imkansız bir fanteziden ibaret olduğu sonucunu çıkarıyorum. Tam olarak da bu yüzden çok başarılı bir roman olduğunu düşünüyorum Simyacı'nın. Avuntu verebildiği için. Bunu başarabilen başka yazar bilmiyorum. Bunu hissettiren başka kitap bilmediğim gibi...

İşte bu seferki okumadan geriye kalanlar:

- " Ayrıca tüccarın kızı da vardı, ama kız koyunlar kadar önemli değildi, çünkü kendisine bağımlı değildi kız. Kesin olan bir şey vardı: Ertesi gün kız kendisini görmese, bunun farkına bile varmazdı. Kız için bütün günler birbirinin aynıydı ve bütün günler birbirine benzediği zaman da insanlar, güneş gökyüzünde hareket ettikçe hayatlarında karşılarına çıkan iyi şeylerin farkına varamaz olurlar. "

- " Değişmek istemiyorum, çünkü nasıl değişeceğimi bilmiyorum. Artık tam anlamıyla kendime alışmış durumdayım. "

Astrofizikçinin Hakkı Astrofizikçiye

Şeker kişisi icad çıkarıp kafasındaki evrensel bilmem ney teorisinden bahsetti bahsedeli kendimi pek boş pek kof hissediyorum. Çünkü benim hiçbir teorim yok evrensel bilmem ney hakkında. Oturup üzerine düşünmedim irademiz dışındaki hayatı yöneten şeyin ne olduğunu. Hayatlarımıza yön veren herhangi bir enerjisel halt olup olmadığını, yahut önceden biçimlendirilmiş senaryoların oyuncusu olup olmadığımızı; veya kaderimize hükmedenin yapıp ettiklerimizden ya da yapıp etmediklerimizden kaynaklanan olumlu-olumsuz enerjiler olup olmadığını düşünerek göbek çatlatmadım.

Bilhassa; ne kadar olumlu düşünürsen istediklerini o kadar hızlı elde edersin, inançlı olursan evrenin mistik geri dönüşümünden çıkar tırtıklarsın, sevgi kelebeği olursan sayısal loto seni para manyağı yapar, ne kadar sebat edersen o kadar erersin damdan dama uçarsın, boş çekin içine kaç para yazarsan o para gökten zembille tepene düşer sevdiğin kişiyi satın alırsın, konulu kitaplardan hep uzak durdum. Gerçek şu ki, bu yaşıma kadar hayatın akışını belirleyen olumlu-olumsuz olaylar dizisini beni ikna edebilecek bir mantık düzleminden açıklayan bir teoriye denk gelmedim. Tahminen denk de gelemeyeceğim. Ve bazı değimlere kan davası açılabilen bir paralel evren var olsaydı eğer, bilhassa "her şeyde bir hayır vardır" fikriyatını pompalı tüfekle delik deşik etmek isterdim.

Demek istediğim şu ki, yok öyle birşey dostlar. Hayatta başa gelen her haltın çıkış nedeni insan faktörü. Bizi de, hayatımızı da biçimlendiren kendi türümüz. Kozmik enerjiler, dini dogmalar, manyetik titreşimler ve sair yaklaşım da, büyük sürpriz olacak ama, yine bizim türün yumurtlaması. Kendi kendimize ettiğimiz düşünsel eziyetin tezahürü de başa gelen işleri abuk subuk teorilerle açıklamaya çalışırken yaşadığımız göbeksel çatlama!

Altın değerinde bir earinnasal öneri yaparak hayatlarınıza olumlu enerji neyim katayım iyisi mi bedavadan: İnsan'ı iyi tanıyan, onu çözen, kendi hayatına dair her şeyi çözer. Evreni de astro fizikçiler çözüversin yüksek müsaadelerinizle.

5 Ağustos 2010 Perşembe

Fire Down Below

Her Güne Bir Rita kampanyasının bugünkü karesi gördüğüm en güzel set fotoğraflarından biri aynı zamanda. Fotoğraf 1957'de çekilmiş, bundan tam 53 yıl önce. Fire Down Below filminin çekimlerinde. Ve elbette karede bir başka dev isim olan Robert Mitchum var. Sanırım Mitchum Hayworth'un sırtına güneş yağı sürüyor. Rita ise gördüğüm en içten kahkahalardan birini atıyor. Kimbilir neye gülüyor? Parmaklarının arasındaki yarısı içilmiş sigara bile göze güzel görünüyor. Geriye siyah beyaz karelerden başka hiçbir şey kalmıyor işte. Ne gençlik ne güzellik ne de yaşam alevi... Hayatta herşey geçici.

Ezginin Günlüğü "Şehir"

İnsanın en büyük zaafı "arayış"ı. Bu çözümsüz huy, bu daha'yı, en'i, başka'yı, farklı'yı arama güdüsü, özünü kirletti ruhun. En azından bana göre böyle bu. Aramaya son vermenin, durmanın, kalmanın naif yanını göremez olduk. Ne varsa harcamaya razıyız "aramak" uğruna. Egonun en şaşmaz oyuncağının "arayış" olduğunu kulak ardı etmişiz. Göremiyoruz. Ama Kavafis görmüş. Bütün arayışların nafileliği için gelsin günün şarkısı. Şehir'e buradan buyurun:

https://youtu.be/1GBrN_dUXmU