29 Eylül 2010 Çarşamba

Neden Osman?


Sabaha içinde Osman geçen garip bir şarkı dinleyerek başladım. Osman'la ilgili sorunları neydi de kendisine şarkı yazma gereği duymuşlardı bilmiyorum. Sabahınan bildiğim tek şey uykusuzluktan mütevellit asabiyet hastalığına yakalandığımdı. Günü zombi kıvamında geçirmeyi garantilemiştim ne de olsa. Akşam 6 oluncaya kadar ıkınıp sıkınmaktı kaderime düşen. Eve doğru sürünmeyi başarıp, kendimi yatağa atıncaya kadar en azından.

Yaşlanmak çok fena birşeydi. Ve ben gençtim ama yaşlıydım da. O halde üzerine devrilip yatabileceğim yatak en yakın dostumdu. Bazen anlayamıyordum Tanju Okan'ı. Ona göre kendisinin en iyi dostu içkisi, sigarasıydı. Bence yatağına haksızlık etmişti. Bol sigara ve içkiden sonra, yataktan öte yar olmazdı.

Evet biliyorum. Bu yazının nereye gittiği belirsiz. Yok zaten bir ana fikrim. Bugün nasibime zombi kontenjanı düştüğüne göre, organize düşünceler üretip kendilerini yazıya dökmem beklenemez. Aslına bakılırsa, biraz deniz biraz da uyku sunan her fikrin peşinden gidebilirim.

27 Eylül 2010 Pazartesi

Greta Garbo ve Asabi Kedi (!)

"Az sonra bu insansıya çok pis dalıcam!"

çözümlemesiyle okuyabilir miyiz acaba bu kedigil'in bakışını?

So Kiss Me


Sixpence None The Richer'ın Kiss Me şarkısını pek severek dinlerim yıllardır. Ama iş öpüşmenin icra ediliş biçimlerine gelince, dertliyim o konuda. Zira düzgün öpüşmeyi bilen insan evlatlarının sayısı memleketimizde giderek azalan bir eğri çizmekte. Sevgili beyler, sözüm size: Der ki bir gevur atasözü "practice, practice, practice". Türkçe mealimize gelince: Önce dudaklarınızı nasıl kullanacağınızı öğreniniz, sonra dilinizle beceriksizlik edersiniz! Reca ederim romantik filmleri daha dikkatli izleyip, öpüşme eyleminin kafa göz dalma içgüdülerinizle alabildiğine alakasız bir platormda seyrettiğini bir Brad Pitt abinizden, efendime söyliyim bir Corc Kuluni amcanızdan öğreniniz. Bakın valla ölmezsiniz!

26 Eylül 2010 Pazar

Stop callin', stop callin', I don't wanna talk anymore!


25 Eylül 2010 Cumartesi

Sansür Mü Demiştiniz?


Baktım ki internete bir dolu sansür uygulanıyor; ama cumhurbaşkanı da çıkıp "Türkiye'de internet sansürü yok" diye açıklama yapıyor; "benim neyim eksik?" açıklaması yapmak üzere soluğu doooğruca blogda aldım.

Yukarıdaki resmi yayınlayıp yayınlamamak konusunda ne zamandır kararsızdım. Zira tanrıça ayarında tasarlanmış olan bu hanımkızımızın fotoğrafı blogum hakkında yanlış anlaşılmalara sebebiyet verebilirdi, yahut vermeyebilirdi. Ve ben bunu pek de takmayabilirdim, yahut taka da bilirdim. Sorun şuydu ki; fotonun ana teması kaçınılmaz biçimde erotizm olmakla birlikte, görmeyi bilen göz için evlere şenlik anlamlar barındırıyordu. Resmi gördükleri anın 0.01. saniyesinde merkezdeki tanrıçaya kilitlenen sevgili beylerin ve resmi gördükleri anın 0.01. saniyesinde kıskançlıkla iç çeken sevgili hemcinslerimin hemen görmeyi başaramayacağı bir detay için son derece hanım hanımcık (!) blogumun itibarını tehlikeye atmaya karar verdim en sonunda.

Evet, bu fotoğrafın bu bloga yerleştirilmesinin tek nedeni fotoğrafın sol yanında, arka fonda görülen ve oturduğu noktadan hanımkızceğize yahşi bir bakış fırlatmakta olan sakallı-bıyıklı, yalın ayaklı, takım elbiseli adamdır! Haline baktıkça içimi tekinsiz hislerle dolduran bu ürkünç kişilik, fotoğrafın çekilişinin hemen ardından neler olduğu konusunda da derin kuşkulara garketmiştir beni.

Hanımkızımızın meme nahiyesinin tam üzerine denk gelen siyah banda gelince... Demedi mi size sayın cumhurbaşkanı: "İnternette Sansür Filan YOOOKKK!"

Araba Sevdası


"İnmiycem İşte Bakışı" diye buna derim ben.
Külliyen manyak bu kedi silsilesi!

24 Eylül 2010 Cuma

Keanu Reeves




How to Eat a Cupcake?

22 Eylül 2010 Çarşamba

Kedi ve Kurt


Kedilerle iletişimi iyi olan erkekler daima çekici gelmiştir bana. Bu karede merhum Kurt Cobain'in pek içli bir adam olduğunu görüyoruz kedi sayesinde.

21 Eylül 2010 Salı

Trend Setter Sindy Doll (1985)



Sizi yukarıdaki hanımefendiyle tanıştırmak isterim. Kendisi 1985’te efsane İngiliz oyuncak markası Pedigree tarafından üretilen Sindy bebeklerden biri olup, 8 yaşındayken harçlıklarımı biriktirerek edindiğim ilk model bebektir. Tarafımdan kaybedilen kırmızı renkli tacı ve bir ayakkabı tekine rağmen koleksiyonumun manevi anlamda en yüksek değere sahip bebeğidir kendisi.

Hayallerim ve Oyuncaklarım

Az kişi vardır selebriti olup da tanışmayı, hatta dost olmayı hayal ettiğim. Sunay Akın o nadirane isimlerden biridir. Neden Sunay Akın? TV’de sık göründüğü için mi? Yazar olduğu için mi? Deb-i derya mukabilinden hikaye anlatıcısı olduğu için mi? Kara gözü yahut kara kaşı için mi? Hiçbiri için değil. Sadece ve sadece oyuncak sevgisi için! Çünkü kendimi bildim bileli o sevgiyi hiç yitirmedim. Ve Sunay Akın da tanıdığım tek kişidir o sevginin varlığını gözlerinden okuyabildiğim.

Yetişkin yaşlarda süren oyuncak sevgisi çaresi olmayan bir hastalık gibidir. Ne acı... Oyuncağa hiç değer vermeyen bir ülkedir benim canım memleketim. Kimse saklamaz çocukluğundan kalan emektar oyuncaklarını. Sağlam kalmayı başarabilmiş güzel yüzlü Fatoş bebekler ya da Pilsan kovboy takımları amca kızlarına, teyze oğullarına devredilir. Vahşi ruhlu bir velet ele geçirip parça pinçik edene ve çöpkutusunu boylayana kadar o evden bu eve atılır çilekeş oyuncaklar. Hiçbir Türk çocuğu üzerine titremeyi akıl etmez oyuncaklarının. Ve hiçbir Türk ebeveyn, o oyuncakları anı niyetine saklamayı düşünmez. Her halt ‘ileride anısı olur’ diye depolanırken, bir tek oyuncaklar fazlalıktır evlere. Çocuklar büyüyünce, sobaya fırlatılıp atılmış kurşun asker hüznüyle öteleniverir.

İşte bu yüzden kime “eski oyuncakların ne oldu?” diye sorduysam hep aynı cevabı almışımdır: “Çoktan yok olup (atılıp-parçalanıp-kaybolup-dağıtılıp) gittiler.”

Neden çaresi olmayan bir hastalık gibidir oyuncak sevgisi? Çünkü koleksiyonunu yapamazsınız. Onlara ulaşamazsınız. Bir tek oyuncak bulamazsınız doğup büyüdüğünüz topraklara ait. Mecburen yüzünüzü batıya döner, ebay gibi sitelerde ararsınız eski oyuncakları. Bir bakarsınız ki, bütün bir maaşınızı verseniz içlerinden bir tekini satın alamayacak durumdasınızdır. Çünkü gevur her konunun olduğu gibi oyuncakların da değerini bilmiştir. İşte o zaman Sunay Akın gelir aklınıza. TV’lere yaptığı programlardan ve kişisel sahne şovlarından kazandığı parayı bir tek şeye, oyuncağa yatıran adam.

Resimdeki Hatayı Bulunuz


Bu resim bugünün Zürriyet gazetesinde eski İstanbul resimlerinin arasında "Tarabya-1909" başlığı altında yayınlandı. Yani, şu an bakmakta olduğumuz resim mantık olarak bugünden 101 yıl öncesine ait olmalı. Tek problem konağın hemen sol tarafına parkedilmiş olan araba. İbret-i alem olsun diye 1907 Model bir Ford resmi yayınlıyorum bu naçiz yazının sonunda. Ve iki araba modeli arasındaki yedi farkı bulma işini de size bırakıyorum.


20 Eylül 2010 Pazartesi

Rita Ne Giydiyse Ondan İsterim


17 Eylül 2010 Cuma

Egoizmik Kampanya

Egoizmde Son Trendler çıkışımdan sonra, iyi saatte olsunlar geldi akşamüzeri beyin nahiyeme. Eskiden olsa kafamın üstünde ampül yandı derdim. Ama malum... ampülün karizması parti amblemi oldu olalı çok bozuldu. Ben de kafamın içinde şimşek çakması metaforunu tercih ettim. Gri beyin hücreciklerime doğru şööyle kallavi bir şimşek çaktığı an, dedim ki kendi kendime “Halt etmişiz bugüne kadar alçak gönüllü davranarak, ben ben ben ben diye anırarak ortalıkta dolaşıp, benliğimizi Olympos civarına yükselteymişiz keşke" (mühim not: yok anacım, ağaç ev diyarı Olimpos’tan bahsetmiyorum, Yunan tanrılarının oturduğu yüksek dağa gönderme var orada, mümkünse sazanlaşmayalım). Aaaanında amme hizmeti vermeye karar verdim blogumda. Kampanya başlattım. İsteyen herkes bu yazının altına ben ben ben ben temalı cümleler kurup ne denli muhteşem birisi olduğunu ve ne derece emsalsiz bir hayat sürdüğünü bütüüün alçakgönüllülük zımbırtılarına nanik çekerek cayır cayır yazabilir. Hatta ilk girişi de ben yapıyorum. Bakın ben dedim görüyor musunuz? Beeeennnnnn!

Bir Dost: Eşi dostu kapıp gelene alkış efekti var. Bir de bedava kömür dağıtıcam.

Keanu Reeves


Egoizmde Son Trendler

Bıktım valla şu insan silsilesinin kendisi dışında bir haltı görememesinden. Dert ettim kendisi dışında hiçbir şey hakkında konuşamayan egocanları. Ben bunu yaptım, ben şunu söyledim, ben böyle eğlendim, ben şöyle üzüldüm, ben böyle sürttüm, ben böyle kustum, ben böyle acı çektim, ben ne marjinal insanım... Eeeyyyttt yeter uleeeyynnn!!! Sabır taşı olsa çatlar, peygamberi koysan önüne, azılı ateiste döner. Bu ne yahu? Hiç mi akıl edemez bu insanlar kendilerine dair bir şeyler konuşmamayı, seslerini kesip-nefes arası verip "Sen nasılsın?" demeyi. Ve hatta dinlemeyi. Basbaya dinlemiyor kimse kimseyi yahu. Karşı taraf bir şey anlatınca "Sen onu bırak asıl benim başıma ne geldi..." diye başlayan cümleleriyle ümüklerine yapışılıp boğulmak suretiyle etkisiz hale getirilmeyi hakediyorlar.

En mide bulandırıcısı bakar kör oluyor bunlar. "Ben şunu, ben bunu, ben öyle, ben böyle" saçmalıklarından vakit ayırıp da gözlerinin önünde arkadaşlarının başlarına gelen kötü işleri fark edemiyorlar. Kendi başlarına bir halt gelince de vefasız insan kavramı üzerine dem vuruyorlar. Egocan sen hayatında hiç kendi kendinden sıyrılıp da çevrendekilerin derdini görebildin mi de vefa level'ında at koşturuyorsun? Atları da vururlar biliyor musun?

14 Eylül 2010 Salı

Keanu Reeves


Uğrunda dilenilecek adam...

Kulağa Küpe!



Mola


Yine kelimesel tükeniş yaşadığım zamanlardayım. Ne yazasım ne çizesim ne de düşünesim var. Oysa bilen bilir yazmanın benim için düşünmekten daha doğal bir eylem olduğunu. Bu günlerde öyle değil. Neden? Hiçbir nedeni yok. Hiçbir olayla, hiçbir kişiyle, hiçbir duyguyla ilgili değil. Kelimeler bir cümleye bağlı olmaksızın dönüyor aklımda. Merhamet, avuntu, hüzün, emsalsiz, muazzam. Neden bu kelimeler? Bilmiyorum. Sadece... dönüp duruyorlar işte. Bir süre için resimlerle idare edeceğim sanırım.

13 Eylül 2010 Pazartesi

Günün Özlü Sözü

"what does not kill you, will make you wish it had"

9 Eylül 2010 Perşembe

Soralım Öğrenelim Reloaded

Gayet edepli bir kurum olan iş yerime bu kıyafeti giyerek gitmem halinde neler olabilir?

a) İş arkadaşlarım kıyafetin silikon memeyle daha iyi görüneceğini söyleyebilir,

b) Müdürüm mutluluğu bir başka kurumda aramamı önerebilir,

c) İş yerime gelen çekim ekiplerinden biri bana yeni bir dizi olan Aşk-ı Zurna'da rol teklif edebilir,

d) Kısmetim açılabilir,

e) Hepsi

f) Hiçbiri

Alien Familyasının Günlük Hayatı



Yine de Oynar Mısın Benimle?



8 Eylül 2010 Çarşamba

Elvis vs. Sophia


Naçiz Ficudumu Tumblr Ellerine Bırakınız!


Bugünlerde yapmak istediğim tek şey elalemin blogundan resim çalıp, o resmi ilk kez ben keşfetmişim havalarına girerek "hort" diye kaydımın orta yerine yapıştırmak. Ki bu mümkün değil, zira ayıplı (ama valla estetik) resimler ailenizin nalet ama hanımkızceğiz yazarı earinna imajını tanrı bilir hangi noktalara sürükler!

Sorun şu ki, tumblr manyağı oldum bu aralar. Blogger alemimizin selebritilerinin (neye göre? kime göre?) maceralarının yanlarında halt ettiği bir kısım şeytani sayfaya takılmaya başladım. Ve pek tuhaf bir "cinsler arası münasebet ve estetik açılımları" diyarına Alice misali kafa üstü düştüm. Bu diyarda kedili bir Kurt Cobain fotoğrafının hemen ardından (hemen arakladım tabi resmi) hard-core bir münasebet manzarası peydah olabiliyor. Onun hemen ardından siyah-beyaz bir dönem resmi, dönem resminin ardından da fetiş objeleri gelebiliyor. Kullanıcıların keyfi ne isterse, yapıştırıveriyorlar sayfalarına. İmrenilesi bir özgürlük bu! Biz burada eş dost görür diye kasım kasım kasılıp hanımkızceğüzlümüze zeval getirmemeye çalışırken, tmblr'deki bu tür bir post 1128 kere görüntüleniyor. İnsan kendi blogunda bile özgür hissedemiyor!!!

6 Eylül 2010 Pazartesi

Sil-Gi

Bugün msn listesinden sildim onu. Silme işlemini yapabilmem için onun da beni silmiş olması gerekiyordu. Sağolsun, silmiş. Arkadaş kalmak isteyen tarafken, iletişimi kesen taraf olmak daima üzecek beni. Ne var ki, bitmiş ilişkisini canlandırmak için beni araya çeşni niyetine katıp, üzerine de eskisine geri dönmek ve bunu yaparken bin tane yalan söylemek hiçbir zaman üzmeyecek onu. Keşke kendi yüreğini bu derece basit bir eyleme layık görmeseydi...

5 Eylül 2010 Pazar

Bir Dehşet Filmi: "Peluşların İstilası"


Akşamın vakti, birden çok önemli bir soru çın çın ötmeye başladı beynimde. Neden kadın milleti olarak yaşımız kaç olursa olsun peluş oyuncaklardan vazgeçemiyoruz? Ve neden illa yataklarımızda bir peluş hayvanat barındırıyoruz? Neden ha? Neden? Niçin? Saydım bugün yatağımın köşesinde biriken yığıntıyı sevgili blog. Baktım, hayvanat bahçesi olmuş benim yatak. Bir coca cola pengueni, iki kuçu, biri sarı biri de boz iki ayı. Tamı tamına 5 adet hayvanat. Öylece birikip duruyorlar bir köşede. Yıllardır hem de! Kazık kadar earinna'nın yatağında bu peluş dükkanının işi ne ha? Benim yaşımda bir kadında karizma mı bırakır ayol bu peluş silsilesi? Karizma meselesine hiç girmiyim şimdi, o başka bir çemkirme yazısının konusu olarak bir kenarda beklesin.

Ama mesele sadece yatakla sınırlı değil ki! Nerede şu içi oyuncak dolu bozuk parayla çalışan aletlerden görsem, büyülenmiş gibi olduğum yere çakılıp içerideki en iri kıyım peluş hayvanatı yakalama isteğiyle sarsılıyorum. Neden ha? Neden, nedeeeennn? Ne zaman bir filmde panayıra ya da lunaparka giden çiftin erkek olanı hedefleri dört dörtlük vurup sevgilisi için kocaman bir ayı ya da ne biliyim öküz kazansa o kadını boğarak öldürmek istiyorum kıskançlıktan. Yok anacım, sahip olduğu adam için değil, elindeki peluş hayvanat için!!! Neden uleeeynnn?

Bakıyorum bütün hemcinslerimde var aynı hastalık. Arabaları benim yatağımdan feci vaziyette olan kadınlar mevcut. Araba arabalıktan çıkmış, oyuncak dükkanı olmuş. Yalnız bu konuda gururluyum; en azından savaşın o cephesinde kalelerim düşmedi daha. Pontişin içine tek bir peluş hayvanat o tüylü ayaklarını ya da patilerini ya da toynaklarını basamadı henüz. Yine de, açıklamıyor bu hiçbir şeyi. Neden diyorum yahu? Neden peluş hastalığı musallat bünyemize?

Marlon ve Kedisi










L'Affaire de Trinidad 1952


Ne Baktın Canım?



3 Eylül 2010 Cuma

Soralım Öğrenelim



İyi güzel ama, kafada bu şapkayla bir taşıta nasıl binebilir ki insan?

Mek ile Mak

Akşam saatlerini iple çekmek.
Beklenen tatil ekibi misafirliğe gelecek mi diye merak etmek.
Karanlıkta 33 Yazar 2'nin ikinci hikayesine geçmek için sabırsızlanmak.
Küpelerin nereden alındığını defaten izah etmek.
Everybody's Fine'ı izleyip, boğazda yumruyla filmin başından kalkmak.
Naklen yayın yapan cami imamının sesini kesmesi için sabırsızlanmak.
Serin bir yer aramak, bulamamak.
Sakin bir yer aramak, onu da bulamamak.
Sevilen diziyi download etmeyi beklemek.
Yaklaşan bayram tatilinden korkmak.
Saçların sarıya çaldığını farkedip şaşırmak.
Kot giymeyi özlediğini farketmek.
Vişne suyunun tadından bir halt anlamamak.
Yeni bir araba hayali kurmaktan çekinmeye başlamak.
Günün özetini mek'lerla mak'larla yapmak.

2 Eylül 2010 Perşembe

Bi Kilo Marvel Aliyim, Yarım Kilo Da DC


Pek şanslı bir çocuktum ben. Kafası evcilik oynamaktan başka bir halta basmayan pek çok yaşıtımın aksine, çizgi romanlar vardı hayatımda. Bir akrabamız çalıştığı yayınevinden kucak kucak çizgi roman getiriyordu Rut'la bana. Mister No, Phantom, Kızılmaske, Tommiks, Süpermen, Zagor, Barbar Conan, Mandrake, Spiderman, Red Kit, Ten Ten, Pembe Panter gibi kahramanların çizgi romanlarıyla dolup taşıyordu ev. Okumayı bilmediğim zamanlarda sadece resimlerine bakarak kendi hikayelerimi uyduruyordum bu kahramanlara. Okumayı söktükten sonra, çizgi romanlara özgü gürültü patırtının ingilizce kelimelere dökülmüş halini incelemek beni çok eğlendirmişti. Örneğin bir kahraman kötü adama yumruk attığında "smack" gibi bir şey yazardı yumruğun çeneye çarptığı noktanın hemen yanında. Bombalar da "kabumm" diye patlardı. "Bark bark" diye havlayan köpekleri saymıyorum bile.

Uzun bir süredir ilişkim kopmuştu çizgi romanlarla. Sağolsun, NTV Yayınları edebi klasikleri çizgi roman olarak piyasaya sunmak gibi cin bir fikir geliştirdikten sonra, benimle birlikte diğer yayınevleri de uyandı. Altın Kitaplar Marvel'in Kara Kule serisine el atıp üzeri tozlanmış çizgi roman sevdamı şaha kaldırdı! Baktım NTVY Buffy the Vampire Slayer serisini yayınlamaya başlamış, ben de kişisel çabalarımla Angel After The Fall serisine ulaştım. Dizileri bittiğinde "peki ya bundan sonra ne oldu?" sorularına bulanıp sinir harbi yaşadığımız karakterlerin başlarına çizgi dünyada neler geldiğini öğrenmenin keyfi pek ayrı oldu. Paslanmaya yüz tutan İngilizcemi canlandırmaya da yaradılar üstelik. Angel'ın hatrına spontane çeviri yapmak zorunda kaldım.

Şimdi merakla bekliyorum bu yayınevlerinin şapkasının altından başka hangi serilerin çıkacağını. Marvel ve DC'nin diğer karakterlerini de Türkçe okuma hülyaları eşliğinde, ne yayınlarsa kabulümüz diyerek "kabumm" efekti eşliğinde sahneden çekiliyorum.

Keanu Reeves


Hayatta sevmem doğum günü kutlamalarını. Pek sahte gelir. Ama iş Keanu Efendi'ye gelince biraz başka. Malum, adam göz gönül açma misyonuyla doğmuş. Kutluyoruz efendim...

1 Eylül 2010 Çarşamba

Ah, Akdeniz...

Giderken yanarım diye düşündüğüm şehirden serinlemiş döndüm, dönünce serinlemiş olacağını sandığım kenti cehenneme öykünürken buldum. Evet, biraz kızgınım. Gerisin geri Akdeniz'e dönüp, denizden esen serin rügarların altında tuğla kalınlığında kitaplar okumaya devam etmek istiyorum. Bir de o nefis sabah simitlerine geri kavuşmayı tabi. Kahvaltıda poğaça ve sigara böreği yürütme rutinini özlüyorum. Her öğleden sonra farklı bir çeşidini denediğim dondurmaları, her sabah kahvaltısında ve akşam yemeğinde bitişik masalarda oturma konusunda tesadüfi denk gelişler yaşadığımız yakışıklı grubunun göz ucuyla hissedilen varlığını, kanımın yeşil akmaya başlayacağından şüphe ederek tükettiğim garnitür semiz otlarını, öğleden sonraları kuduran denizde dev dalgalarla boğuşup bolca tuzlu su yutmayı, salıncaklı sandalyelere tüneyip dolunaydan denize yansıyan yakamozu izlemeyi, denizden esen rüzgarın daimi ve serinletici varlığını, çekişmeli okey müsabakalarını ve daha pek çok mini mini detayı özlüyorum. Ve elbette son dakika tanışması yaşayıp, muhabbetleri sayesinde hayatımın en uzun süre denizde kalma rekorunu kırdığım adamların varlığını...