11 Nisan 2011 Pazartesi

A Streetcar Named Desire (1951)



Sinema sevdasının kökleri çok eskiye dayanır gönlümde. Siyah-beyaz yayın yapan TRT 1'in tek kanal olduğu günlere...

O dönemde yayınlanan her filmi büyük bir ilgiyle izleyişimiz "yokluk vs mecburiyet" kavramlarının doğal bir sonucu olmakla birlikte, TRT'nin 80'lerde yaptığı film seçimleri ayırdına ancak şimdi, 2000'lerde varabildiğim belirleyici bir film zevki katmıştır hayatıma. Çünkü Hollywood'un Altın Çağı'nın en muhteşem siyah-beyaz filmleriyle giriş yapma fırsatım olmuştur yedinci sanata. Daha bit kadar veletken sinema tarihinin en önemli filmlerini ve en önemli oyuncularını ezberleyip yutmanın doğal sonucu olan "Eski Hollywood" hayranlığı, TRT'nin hükümranlığının sona erip Tırt bir kanala dönüşmesiyle de son bulmamıştır üstelik. Blogumda giderek daha vurgulu biçimde yer kaplamaya başlayan eski filmler ve eski zaman oyuncularından anlaşılıyor olsa gerek aynı aşkın hız kesmeden devam ettiği.

Uzun zamandır izlemekten kaçtığım o en büyük, en ünlü, en kült filmi, gerekli cesareti toplayarak izleme çılgınlığını yaptım yapalı Eski Hollywood filmleriyle aramda sürüp giden kadim aşk hikayesi en acılı dönemecine girmiş bulundu. "A Streetcar Named Desire"ın insanı olduğu yerde verem edebileceğini anlamış vaziyette, ruh gibi dolaşıp durduğum şu birkaç gün içinde insan mizacının en keşfetmek istemediğim yönleriyle yüzleşmek zorunda kaldım. İnsanlıktan çıkmış bir bireyin göze nasıl da muhteşem ve cazibeli görünebileceğine dair ağır bir ders almak yetmezmiş gibi, "tutku" kavramının çevresinde iyilik içeren hiçbir duyguya yaşam şansı vermeyişinin katı gerçekliğiyle delik deşik oldum. Sanırım yüzleşilmemesi gereken filmler klasmanında kalmasına izin vermeliydim o'nun. Yapamadım.

0 yorum:

Yorum Gönder