Deliydi bu kadın. Basbaya deliydi...
1978'de debut albümü The Kick Inside ile İngiltere'yi salladıktan sonra, ancak tanışmıştık 80'lerde Kate Bush ile. O dönemin ruhsuz pop müziğinin içine bomba gibi düştüğünde (tabi bazı çok değerli isimleri tenzih eder, a-ha'yı yanaklarından öperim) ilk dakika kontenjanından efsane olmuştu.
İngilizlere özgü o nefis müzikal anlayıştan ve imrenilesi özgür ruhtan fena halde nasibini almıştı. E tabi, anne tarafından gelen İrlandalı kökenleri de Catherine'in özgün ruhuna altın dokunuşu yapmıştı. Çok kendisine özgüydü, ünikti. Sesini kedi gibi kullanırdı. Tiz, incecik bir tınısı vardı. Bedeni de kedi gibi kıvraktı. Acayip hareketlerle yaptığı danslar yüzünden balerin ya da modern dansçı olduğunu sanırdım bu kadının ben çocukken. Kıvraklığın asıl nedeni ise aldığı dans ve pandomim kurslarıydı. Mini mini vücudu incecik ve çok estetikti. Nitekim kliplerinde fiziksel estetiğini sergilemekten çekinmezdi. Babooshka klibini görenin dibi düşerdi. Şarkılarını söylerken gözlerini kocaman kocaman pörtletirdi. İşte o zamanlarda has deli olduğunu düşünürdüm bu kadının. Bir de kıvrım kıvrım kıvranarak söylediği şarkılar içime içime işlediğinde...
Hala hayatımın en mühim şarkısıdır Peter Gabriel ile yaptığı Don't Give Up düeti. Adeta kişisel marşımdır. Son günlerde seke seke dolaşırken Running Up That Hill mırıldanmamın baş sebebi de kendisidir.
Yazımı sonlandırırken Kate Babushkamızı keşfeden David Gilmour'a bir selam sallamayı da borç bilirim. Büyükmüşsünüz sayın Gilmour...
0 yorum:
Yorum Gönder