26 Haziran 2010 Cumartesi

Hilmi Abi, Ben Dönene Kadar Yerimi Tut!



Yağmurla karla boğuşaraktan, ıkınaraktan ve sıkınaraktan vardım nihayet tatile çıkış gününe. Bu sebeptendir ki 10-12 gün kadar blogum atıl kalacak. Dönüşte yazacak tonla şey birikebileceği gibi, deniz ve kumsal kaynaklı zeka düşmesi de yaşayabilirim. Bir şekilde, bir tarihte döneceğim. O zamana kadar, TRT sunucusu üslubuyla söylemek istediğim şu cümleyle veda etmek isterim size:

"Esen Kalın!"

(Ve Olacak O Kadar'a bir gönderme olarak, önümdeki dağılmış haber kağıtlarını haber masasına çatadana çutadana çarparak düzeltirim.)

25 Haziran 2010 Cuma

Kırk Kat Deri


Ömür törpüsü dizi Aşk-ı Nalet'in bittiğini öğrendim bugün. Derin bir nefes aldım, oh çektim. Zira nefret ediyordum okuduğum her haltın içinden bu diziye dair yorum çıkmasından. Bilen bilir; Türk dizileriyle ilişkimi Asmalı Konak ve Seymen Ağa sevdasıyla bir hız izlediğim (evet büyük hataydı) Haziran Gecesi'nden sonra kestim. Daha da bulaşmadım bu tür sakız gibi uzayan "Marianna ve Alehandro'nun acı dolu günleri" cıvıklığında yapımlara. Yalnız Asmalı Konak'tan hiç mi hiç pişman değilim. Şahane yapımdı benim için, hala da öyledir.

İş Aşk-ı Kelek'e gelince, orada bir "duuurr!" derim. Ne o diziyi TV'min ekranına, ne de dizinin izleyicisini kapımın iç kısmısına sokarım. O derece kalitesiz, ruhsuz yapımdır benim için. "Niye bu tepki?" diye soran olursa "Aşkın içi boşaltıldığı için!" cevabını da çat diye yapıştırıveririm. Aşk kolay konu değildir. Hele sevgi, o en bir çetrefillisidir. Kolay yazılıp çizilmez üzerine. Yahut ne yazılıp çizilirse, bayağı olur, basit kaçar. Yazmayı benim kadar seven tip bile konu sevgiye aşka gelince, çenesi kısılır, sus pus olur. Bir tek hikayem vardır bu konulardaki düşünüş ve hareket tarzımın belirleyicisi olan. Onu da Ahmet Altan'ın Tehlikeli Masallar kitabından, altın niteliğinde öğüt kategorisinde çalıntılamışımdır.
Okuyun da feyz alın:

Vakti zamanında kara bir yılan olarak dünyaya gelen bir şehzade kendisine gelin alınmasını ister. Vezirin kızı, düğün, tantana, vuvuzela derkeeennn, daha zifaf gecesinden sokup öldürüverir yeni gelini bizim kara yılan. Sonra bir gelin daha ister. Onu da ilk geceden öldürür. Sonra bir başka gelini, sonra bir başkasını (ne de benziyor tüketip tüketip bir kenara attığımız ilişkilerimize yılanın bu davranışı...) Memlekette evlenme çağında genç kız kalmaz. Kötü niyetli bir kadın üvey kızından kurtulmak için koşar gider padişaha, kızını metheder. Padişah da şehzadesi mutsuz olacağına, bu genç kız nefta olsun mottosuyla saraya çağırtır gariban kızı. Kız ölümüne gitmeden önce annesinin mezarına uğrayıp hüngür hüngür ağlar. E tabi masal bu, masalların en sunturlu selebritisi ak sakallı dede (Gandalf geldi aklıma) peydah oluverir kızın karşısında. Ona şu öğüdü verir. "Üzerine 40 kat gömlek giyeceksin, gerdek odasına gireceksin. Yılan sana 'soyun' dediğinde, 'önce sen soyun' diyeceksin. Sakın ola yılanın karşısında vaktinden önce çıplak kalma, o bir derisini çıkarmadan, sen bir gömleğinden soyunma. Yoksa seni sokar, öldürür."

Kız aldığı öğüdü takmış kulağının kenarına, gitmiş saraya. Düğün, temaşa, tango, salsa. Gelmiş vakit gerdek olayına. Kara yılan çöreklenmiş kızın karşısına, tıslamış 'soyun' deyü. Kız 'önce sen soyun' demiş kararlılıkla. Yılan bir derisini soymuş, kız da karşılığında bir gömleğini. Yılan yine 'soyun' demiş, kız da aynı istekte bulunmuş yılandan. Böyle böyle kızın son gömleğinden önce 40. kat derisini çıkaran yılan yakışıklı mı yakışıklı bir prense dönüşmüş. E tabi kız bir bakışta aşık olmuş adama. Tahminim üzerinde kalan son kat gömleği de fırlatıp sarılmıştır adamın boynuna haspa.

Gelelim bu masaldan çıkan sonuca. Siz siz olun hiçbir adam ya da kadın karşısında vaktinden önce soyunup, çıplak kalmayın. Sokulup atılan olursunuz kenara. Gerçek aşk ya da sevgide her defasında karşılıklı soyunulup eşit düzeyde kalmak getirir mutluluğu. İçinizi bir insana çok fazla açarsanız, düşüncenizi duygunuzu çok dillendirirseniz, dönüştürüverirsiniz karşınızdakini bir kara yılana...

22 Haziran 2010 Salı

Kendi Toprağında Çömelerek Duranlara

Çömelme Açılımı

Çok savaş gördü bu millet...
Çömelen devleti ilk kez görüyor.

* * *
Her yer jammer dolu. Sinyal kesiyorlar. Ki, mayın filan patlamasın. Havada üç tane Kobra var. Tam teçhizatlı, tur atıyorlar. Arada ısı bombası fırlatıyorlar. Ki, roket gelirse hedefi şaşırsın. Yüzlerce bordo bereli etrafta... Araziye yayılmışlar, eller tetikte. Kum çuvallarıyla çevrili siper... Ardında, çömelmiş Başbakan. Ve, Genelkurmay Başkanı.K i, mıhlamasınlar.
* * *
Moral vermek için yapılan ziyaretin, moral bozucu fotoğrafıdır bu.
* * *

Kimseyi rencide etmek maksadıyla yazmıyorum; ben de olsam, ben de çömelirim... Çünkü, elimizi kolumuzu sallaya sallaya girdiğimiz Irak topraklarına, kendi topraklarımızdaki kum çuvallarının ardından çömelerek bakabiliyoruz bugün anca.

* * *
Ankara’da yıllardır yan gelip yatarken, dizlerinin üstüne çökmüş örgütün, yeniden ayağa kalkmasına göz yummanın neticesidir bu... Kahramanlarımıza vatan haini muamelesi yapıp, içeri tıkarken, “güzel şeyler oluyor” deyip, teröriste havai fişek fırlatmanın, şımartmanın neticesidir. Şeref madalyalı subaylarımız kendi kafasına sıkarken, utanmadan sırıtmanın... “Camilerimizi bombalayacaklar, bize suikast yapacaklar” iftirasıyla cahil cüheladan oy toplayıp, elinde roketle gezenleri gizli gizli affetmeye çalışmanın bedelidir. Adamlar harıl harıl memleketin yollarına mayın döşerken, şarkıcılarla türkücülerle şov yapmanın, 4-4-2’yle mi yoksa 3-5-2’yle mi hallederiz bu meseleyi diye, futbolcularla top sektirmenin bedelidir.

* * *
Bir taraftan “kardeşim” diye bağrına basacaksın Barzani’yi... Öbür taraftan “taşeron bunlar” deyip, kum çuvallarının ardından çömelerek bakacaksın Barzani’nin topraklarına.

* * *
Nasıl gezebiliriz ki ayakta?


Yılmaz Özdil

17 Haziran 2010 Perşembe

Raytırz Bilok


10 gün kesintisiz işe gitme rekoru kırma telaşındayken yaşadığım derin katatoni hali caaanııım bloguma yazmamı engelledi. Fekat yazacak birşeyim de yoktu. Raytırz bilok olmuş idim ben. Hala da öyleyim. Kahrolası twitter'a bile iki cümlecik kelam yazamaz hale gelmiştim. Hala da öyleyim...

12 Haziran 2010 Cumartesi

Audrey






Bugünlerde hep aklımda Audrey Hepburn.

Dünyaya bir başka kadının bedeninde gelecek olsaydım, mutlaka Audrey olmak isterdim.

Yeni kuşak pek çiğ, pek yapay ve hatta pek sıradan güzelliklerin peşinden koşuyor kanımca.

Bakıp da birşeyler öğrensinler bu muhteşem kadının fotoğraflarından...

11 Haziran 2010 Cuma

İçimdeki Malkoçoğlu


Bugünkü yazıma "Hieyyytttt Eytere Beee!!!" narasıyla başlamak isterim.

Neden? Çünkü bu namussuz havalar genetiğimin saklı kalmış bir köşesinde ikamet eden Malkoçoğlu ruhunu uyandırdı! Hergün karanlık, hergün sulu zırtlak, hergün kara bulut, hergün soğuk ulen! Bu nasıl Haziran? Bu nasıl yaz ayı? Kasımla Haziran yer değiştirdi de bana mı duyurulmadı? Zuzaylılar tepemize parkedip üzerimize işemeye başladı da NASA mı söylemiyor? Etek elbise yerine palto-yağmurluk giymemizi isteyen modacılar birleşip de tirend kumpası mı kurdu? Nooluyor huleynnn?

Bu noktada havayı, bulutları, yağmuru ve soğuğu kişileştirmek, içimdeki Malkoçoğlu'nu da üstlerine salmak istiyorum. Malkoçoğlu ne yapacak? Önce soğuk-sert ve ezici "Aha şimdi çıranızı yaktım" bakışıyla bir göz gezdirecek bu nalet hava durumuna. Düşmanını şööle bir tarttıktan sonra da allah ne verdiyse kafa göz girişecek. Programında icra edeceği hareketler de şu şekilde gelişecek:

"Hieeyyyttt" narası eşliğinde bacakları açarak yapılan uçan tekme hareketiyle kara bulutların dağıtılması, "Dubuahhhh" efektli demir yumrukla yağmurun savuşturulması, "Akiiiiiyaaaaa" çığlığı eşliğinde soğuğun gözüne parmak sokulması.

Evet, sabahınan körünen bütün hayalim bu. Sabredip de bu garabet yazıyı okuyan mağdur okuyucuya da buradan bir iyi niyet dileğinde bulunmak isterim:

İçinizdeki Malkoçoğlu Daim Olsun...

10 Haziran 2010 Perşembe

Un Helvaları ve Piç Kuruları


Vakit: Yaz.
Yer: İstanbul-Ataköy.
Yaş: 12-13.
Mekan: S2-C'deki Evin Balkonu.
Karakterler: Rut (mantığın sesi), Ben (manyak), Öslem (benden bir tık öte manyak), Fadime (hepimizden manyak).

Ben, Rut, Öslem, bir de üst komşunun kızı Fadime (ki yanlış hatırlamıyorsam Fadik derdik kendisine) balkonda toplaşmışız. Teenager'lığa özgü hormonal sapıtma durumları bünyemizi esir almış. Önümüze gelene aşık olduğumuz, onsuz yapamayacağımızı iddia ettiğimiz, çocukça oyunlarla çocuk-adamların gönlüne girmeye çabaladığımız komedi-dram tadında zamanlar...

Minicik balkona dip dibe toplaşmış, hep bir ağızdan ciyak ciyak konuşuyoruz. Herkes kendi takıntı aşkını anlatıp, anlamsız genç kızsal akıllar alıyor. Örneğin biri öbürünün hedefindeki çocuğu ev telefonundan gizli kimlikle arayıp hoşlandığı bir başka kız olup olmadığını öğrenmeyi teklif ediyor!!! E tabi bu çeşit beyin yoksunu bir "beyin fırtınası" yapmanın bedeli de olayların hızla kontrolden çıkması oluyor. Önce ufak ufak başlayan kahkahalar, sonra giderek histerikleşerek gülme krizine dönüşüyor. Her kahkaha patlamasında masadan bir kişi yuvarlanmaya başlıyor.

Ve tam da o gülme krizlerinden biri esnasında annem un helvası servisi yapma gafletinde bulunuyor. Önce şööyle bir çatallanıyor talihsiz tatlılar; fakat helvaların taş gibi sertleşmiş olduğu anlaşılınca onlarla ne yapılabileceği tartışılmaya başlanıyor. Fadiğe aniden ilham geliyor ve artık yenilmeyeceği netleşmiş olan helvaları balkondan aşağı sallama fikrini üretiyor. Akabininde de bir parça helvayı kaptığı gibi dışarı fırlatıyor. Aynı anda hepimiz ayağa fırlayıp tatlının başına ne geldiğine bakıyoruz. Gördüğümüz ilk manzara park halindeki arabasının kapısını tam açmak üzereyken yukarıdan "lörpppçük" efektiyle düşerek aracının tepesine yapışan un helvası parçasına dehşet içerisinde bakan bir adam oluyor. İkinci gördüğümüz şey de adamın öfkeyle başını yukarı kaldırıp "sizi piç kuruları" efektiyle sövmeye başlaması...

Biz ne yapıyoruz o an? Kendimizi şiddetle yere atıp saklanmaya çalışırken, saksıyı çiçeği deviriyoruz, masaya ve sandalyelere çarparak mutfaktan çıkış yolunu ararken kahkahadan kıvranarak olduğumuz yere büzülüyoruz, birbirine toslayarak yumak haline gelenleri birbirinden ayırmaya çalışıyoruz ve evet biri ortaokullu üçü liseli olmak üzere 4 hatun topluca piç kuruluğu yapıyoruz!

7 Haziran 2010 Pazartesi

Kuçu Vs Penguen

Yunanistan'da yaşayan protestocu sokak kuçusundan bahsetmiştim daha önce. Kanellos'u haberlerden hatırlayan çok kişi olacaktır:



Geçen gün de askerlere kafa tutan protestocu penguenle tanıştım:



Yukarıdaki fotoğraflara bakıp bakıp pek derin düşüncelere daldım günlerce. Ve hayvan silsilesinin yakın zamanda dünyayı ele geçirmeyi planladıklarına dair derin şüphelere gark oldum. Benden söylemesi, alın önleminizi...

Höykürgen Haller



Takip ettiğim blog yazarlarının klavyesine kıran girdi bu ara. Herkes tembellik alemlerinde, herkes ortadan kayıp. Hatta gizlice toplanıp tatile gittiğinden şüpheleniyorum hepsinin. Öyle yaptıysanız "Beni niye çağırmadınız huleyn?" sorusunu zerafetle höykürerek sormak isterim!!! Evet, ben bunu başarabiliyorum! Hem höykürüp hem zarif kalabiliyorum; sadece yeterince anlaşılamıyorum...

6 Haziran 2010 Pazar

2010 Plaj Modası


4 Haziran 2010 Cuma

Tired of Being Tired


Evet! Blog'uma devamsızlık yaptım Hakimim. Ama sor bir neden? İş, hastane ve sosyal hayat arasında mekik dokumaca oynarken yorgunluktan çatlama sendromu geçirdim. Ondan oldu! Bir de Katkaya'nın bir kazuletle evleneceği duyuruldu. Moralim bozuldu Hakimim! Gül gibi enişte adayını elden kaçırdık; protesto ettim hayatı; ondan yazmadım!!!

1 Haziran 2010 Salı

Norma Jean Mortensen

Bugün Marilyn Monroe'nun doğum günü. 1 Haziran 1926'da doğdu, günümüzden 84 yıl önce... Audrey Hepburn ve Rita Hayworth ile birlikte gönlümün (sinema yıldızı) tahtında büyük yeri vardır. Anmamak olmaz kendisini haziranın bu ilk gününde. Boşuna sarışın ateş denmemiş Monroe'ya... Yazın ilk gününde doğmanın ateşinden almış olmalı kadınlığının görkemini. Daha kadın bir kadın gelemedi dünyaya Marilyn'den sonra. O hala eşsiz, hala tek, hala şahsına münhasır. Emsalsiz...