30 Mart 2010 Salı

Resim Kopyacısı Yakalandı!

Yeni işin artçı sarsıntıları bir süre devam edecek gibi görünüyor. Bu da zangırdayıp duran gri beyin hücreciklerimin kaçıp saklandığı deliklerden bir süre daha çıkmayacağı anlamına geliyor. E tabi gri beyin hücrecikleri olmadan manalı blog yazıları da yazılamıyor. Bir süre fotoğraflarla idare edip kopya çekmek niyetindeyim. "Elin blogu ilginç resim paylaşımı yapıp takipçi buluyorsa ben de bu işe girerim arkadaş!" temalı bahanemi de önceden hazırladım. Sorana bahanemi tusunami ayarında püskürteceğim. Hayırlı ossun derim o zaman.

Gelelim fotoğrafımızın manasına. Malum, son zamanlarda tomurcuk evlat edinip topluma faydalı bitkilere dönüşebilmeleri için uğraşıp didiniyorum. Saksılarla özel bir gönül bağı geliştirdim bu süreçte. Bir kısım medyanın da akvaryumlara karşı beslediği ilginin farkındayım. Eh elin tasarımcısı da bizim gibi tipleri düşünüp birleştirivermiş bu iki gönülçeleni. Budur bu resmin hikayesi:




29 Mart 2010 Pazartesi

They Shoot Horses Don't They?

İlkokula başladığımız ilk günden itibaren yarış atı olduk biz. Ama safkan Arap atları kadar değerli değildik. Orta gelir grubuna dahil ailelerin, ortalama zekaya sahip, olağan bebekleri olarak gelmiştik dünyaya. Payımıza düşen bizi bekleyen sınavlarla dolu gelecek için hazırlık yapmak ve yarışmaktı. Aklımızın erdiği en erken yaştan itibaren eğitime alınmalıydık. El becerilerimiz geliştirilmeliydi... konuşma becerilerimiz, zekamız, algılarımız testlere tabi tutularak gelecekte ne tür yarış atlarına dönüşeceğimize karar kılınmalıydı. Doktor olmalıydık, mühendis, hakim, öğretmen... Çok çalışmalıydık, çok koşmalıydık.

Daha ilk ilkokul gününden hızla koşturulmaya başlandık "eğitim-öğrenim" kulvarı üzerinde. Müreffeh olacağı iddia edilen yarınlara doğru. Hep erken kalktık, hep geç döndük eve okuldan, daima çalışılması gereken dersler, bitirilmesi gereken ödevler, hazırlanılması gereken yazılılar oldu. Oyunlarımızdan kıstık, parklardan, bahçelerden, mahalle arkadaşlıklarından, kovboylardan, bebeklerden. Yarışa kesintisiz devam etmeliydik. Mecbur, payımıza düşeni yaptık. Bütün ilkokul, bütün ortaokul, bütün lise, bütün üniversite günleri boyunca. Durmadık, dinlenmedik. Koştuk. Üstünden sıçramamız gereken engellerin adları kah anadolu liseleri sınavı, kah ÖSS, kah ÖYS, kah LES, kah ÜDS oldu. Yetmedi, üniversite bitince KPDS'ler, KPSS'ler, master mülakatları, doktora sınavları dert bindi başımıza. Yarış atlarıydık biz, durmamalı, dinlenmemeliydik. Durana yer yoktu hayatta.

Bir an bile nefes almadan iş hayatına atılmamız istendi bizden. Yarışa yeni kulvar olarak "iş" için devam etmeye başladık. Yine erken kalkmalıydık, yine uyku haramdı, yine bütün günü kapalı odalarda geçirmeliydik. Hoca azarlarının yerini amir azarları almalıydı. Yılda 20 gün izin için canımız çıkana dek çalışmalıydık. En az 25 hizmet yılı ve en az 57 yaş sınırı boyunca koşmalıydık bu "düzen" içinde. Kolaylıkla gözden çıkarılabilirdik işverenlerimizce, yerimizi alacak daha binlerce yarış atı bulunabilirdi ivedilikle. Kitap okumaya yer yoktu, film izlemeye, gezmeye, görmeye, yazmaya, çizmeye. Bizi diğer yarış atlarından ayıracak bir tek beceriyi bile geliştirmeye yoktu zaman. Olmayacaktı. Bu azıcık şeyi talep etmek için durmak istediğimizde, bizi vuracak birileri daima bulunacaktı.

Yarış atlarıydık biz... safkan Arap atları kadar değerli olmayan.

28 Mart 2010 Pazar

Felek Vururken Kahkaha Nasıl Atılır?

Buyrun cevap (biz ailece yarıldık, siz de faydalanın):






Detay: Firma Adresi: Vızvızoğlu İş Hanı, Mahmutpaşa.

Pazartesi Stresi


Sabah sabah erkenden hortladım. Haftasonlarını öğlenlere kadar uykuda geçiren bir insan olamadım hiçbir zaman. Bunu yapanlardan da kıskançlık gerekçeli nefret ettim. Malum, bugün haftanın en sevilmeyen günü. Çalışan insan için pazartesi stresi pazar sabahından başlar. Beni basan pazartesi stresi ise bir başka türlü. Hayatım silbaştan olma kararı aldı. Pazartesi itibarı ile ben de silbaştan olacağım. Ne kötüymüş şu pazar günü...

25 Mart 2010 Perşembe

Sokak Kedisi Hüznü

24 Mart 2010 Çarşamba

Twit Dır-Dır

Her zaman kabul etmişimdir içimdeki selebriti röntgencisinin hafiften utanç verici varlığını. Mühim ekran figürlerimin hayatına karşı duyduğum merak Kara Şimşek dizisinin pek karizmatik Michael Knight'ı ile başlamış, Süpo'ların Süpo'su Christopher Reeve aşkı ile şahlanarak ben henüz cücük boyutundayken zirve yapmıştır. Bu iki adam hakkında çıkan en asparagas haberi bile okumaya hasret yaşadığım o yoksunluk dolu yılları bugün esefle hatırlarım.

Twit dır-dır gibi bir uygulama (ve elbette internet+bilgisayar) o dönemki hayatımda var olsaydı neler değişirdi acaba diye de merak ederim hep bu adamlara karşı beslediğim içli hislerde. Misal, Christopher Reeve Süpermen kostümünün poposunda yaptığı pişiklerden bahsetseydi? David Hasselhoff KITT'in bozuk ön düzenine ana avrat temalı verip veriştirseydi? Bir adım daha ileriye taşıyalım olayı. Canımız ciğerimiz İndiana Jones ve Star Wars serisinin efsane adamı Harrison Ford çıkıp nalet nalet "Ben o filmleri para için çevirdim" diyip kalbimizi kırsaydı? Peki ya ET çıkıp kendi twit dır-dır'ında "Kerizler sizi, yok ET diye bişey!" yazsaydı da çocukluk hayallerimizi şangırdatsaydı... Devam ederdik elbette hayatlarımıza mini sadistlere dönüşmüş olarak!

Konuyu fena dağıttığım farkındayım sayın okur! Dürtüklemeyin lütfen "Sadede geeel!" diye. Bak hala dürtüyor! Diyorum ki, ben bu Twit- dırlanmalara bayılıyorum bugünün şartları altında. Ne kadar enteresan bulduğum selebriti varsa hepsini sinsi sinsi takip ediyorum ne yumurtlamışlar diye. Bu sayededir ki, bütün basın camiasından önce öğreniyorum sinema-edebiyat ve müzik dünyasında olup bitecek olanları. Mesela Katkaya sağolsun, herkesten önce o yumurtlamıştı Bob Dylan'ın mayıs sonunda İstanbul'a baskına geleceğini. Neil Patrick Harris haftalar önceden Jennifer Lopez'li How i Met Your Mother bölümünü ballandıra ballandıra açık etmişti. Lady Gaga delisi vır vır yeni klibini anlatmıştı çekim süreci boyunca. Kylie Minogue yeni albüm kayıtlarından her gün stüdyo fotoğrafları yayınladı. Mazhar Alanson yeni bestesini hem çaldı hem söyledi. Ama bugün gördüğüm bomba haberi hiçbiri geçemedi. Bu pek enteresan haber Gani Müjde tarafından patlatıldı. Aynen kopyalıyorum:

"Yeni Türkü'nün yeni albümüne söz yazmam istendi. Okur yazar diilim dedim inanmadılar. Of of içimdeki Murahtan Mungan'ı ortaya çıkarma zamanı."

Şimdi anlaşılmıştır herhalde sabahın köründe twit-dır diye niye çılgın attığım...

23 Mart 2010 Salı

Hadi Lennn!!!

Amerikan filmlerinden öğrendiğimiz en büyük klişe, hayatı berbat giden kahramanın aklına gelen ani bir fikirle kendisine yeni bir iş-güç yahut meşgale edinmesi, bu sayede yaşama yeniden tutunması, akabininde de başarılı bir insana dönüşüp mutluluk semirgeni yeni bir hayata başlamasıdır. Üstelik bununla da yetinmez kahramanımız. İlla ki yazar yaşadığı aydınlanma sürecini. Bilmem kaç yaşından sonra entel kesilip roman sahibi olur. Yetmez, o roman da çok okunanlar listelerine girer. Ve son dokunuşu da Holivud yapıp kitabın filmini çekiverir. Yok, bununla da bitmez hikaye. Film de Oscar'lara aday olur.

Evet efendim. Ben dün izledim hayatı birden yüz seksen derece değişen bu arsız karakterlerden birinin beyzıd on a turu storisini. Oturup da "Julie and Julia" nın film kritiğini yapacak değilim elbette. Bunu yapan pek çok kişi vardır zaten. Benim ilgimi çeken kısım, Julie Powell denen kadının başarıyı bir gün bir blog açmaya karar vererek yakalaması. Malum ben de blog işlerinde yeni sayılırım. Hepi topu 15 Şubat'tan beri yazmaktayım blog mecrasında (ki bu noktada bir blog açma fikrini kendisinden çaldığım değerli bir blog yazarımıza içten zeytinyağlarımı sunmak isterim). Şimdi soru şu: Bu blogda acayip bir haltlar icad edip yazarsam ben de fark edilebilecek miyim? Bu sayede takipçi sayım zibilyonu geçecek mi? Niv York Taymz beni farkedip röportaja gelecek mi? Gazetede çıkınca radyo ve tv'ler peşime düşecek mi? Sonra ben dellenip muhteşem blog yazılarımı kitaplaştıracak mıyım? Kitabım best seller olunca filmi çekilecek mi?

Evet sevgili okuyucularımız, şimdi hep birlikte veriyoruz bu soruların cevabını. La Diyez'den alalım lütfen. Hazır mısınız? Üç, iki, bir:

HADİ LENNN!!!

21 Mart 2010 Pazar

Kanepe İnsan Belgeseli

Efendim yine didaktik yanımı ön plana çıkararak ilk olarak sevgili katkaya tarafından bilim dünyasına tanıtılan "Kanepe İnsan" kavramını tanımlamakla başlamak isterim söze.

Kanepe İnsan kimdir yahut nedir?
Dikey ya da oturur vaziyette zaman geçiremeyen, mümkünse gün yirmidört yatay pozisyonda kalmak isteyen insansı türüdür kanepe insan. Hah! Hemen bu noktada bir kısım okuyucuya dakka bir gol bir fırçası atmak isterim. Çünkü yatay pozisyonda kalmak isteyen insan kavramına manalı manalı "e-hi, hi-hi, e-he-he" tınılı gülme densizliğini yaptılar. Kışt! Yıkılın çabuk blogumdan! Seks üzerine ballandıra ballandıra yazılar döşeyen herifzadelerin ve hatunzadelerin bloglarına doğru yandan yandan arazi oluverin! Bu insansı türünün yaşam biçimini anlatırken belli başlı pozisyonları açıklamakla beraber, seksin kıyısından köşesinden geçmeyeceğim. Haydi, yallah...

Evet, farazi olarak biz bize kaldığımıza göre kanepe insan tanımımıza kaldığımız yerden devam edebiliriz. Kendisi sürekli kanepede ikamet ederken görüldüğü için bu tanımlamayla anılmaya hak kazanmıştır. Kanepe ile ilişkisi her daim yatay, yani uzanır pozisyondadır. Bu canlı türünün kanepe mobilyasını oturur pozisyonda değerlendirdiğinin görüldüğü nadir anlar, evinde resmi sıfatı olan misafir ağırladığı birkaç günden ibarettir. Aile, arkadaş, eş-dost çevresi bu sıralamanın dışında kaldığı için, kanepe insan canlısı adı geçen şürekanın yanında yatay pozisyonunu kanının son damlasına kadar korur.

Bir diğer özelliği birkaç kanepe içinden sadece biri ile duygusal bağ geliştirmesi ve ölünceye kadar aynı kanepeye sadık kalmasıdır. Kendisine rakip gördüğü bir başka kanepe insan bu mobilyaya göz dikerse, yuvası bildiği kanepeyi düşmanına kaptırmamak için her çirkinliği ve çamurluğu büyük ustalıkla sergileme yetisine sahiptir. Böyle zamanlarda bilinen en ayırd edici saldırı taktiği, yatay pozisyonda salladığı tekmelerle düşmanını kanepesinden uzaklaştırma yöntemidir.

Bir Kanepe İnsanı Nasıl Tanırsınız?
Kanepe insan özünde ehil bir keyif insanı olduğu için kenapesine çeşitli tamamlayıcı unsurlarla ve stilize dokunuşlarla ruhunu katar. Kış aylarının vazgeçilmez (ve tamamlayıcı) kanepe objesi polar yahut yün battaniyelerdir. Yaz aylarının vazgeçilmez kanepe objesi ise kanepenin bulunduğu noktaya doğru yönlendirilmiş türlü serinletici cihazdır. Kanepenin yaz kış değişmeyen demirbaşı baş nahiyesinin üzerine yaslamak için özenle aranıp bulunmuş mümkünse kuş tüyü yastıktır.

Kanepe insan için kanepesinden sonra gelecek olan en değerli obje televizyon cihazıdır. Klasik bir kanepe insanını teşhis etmenin en kolay yöntemi, televizyon cihazının hangi mobilyaya doğru yönlendirildiğine kısa bir bakış atmakla mümkündür. Kanepe insanı yatay pozisyonda geçen bitmez tükenmez saatlerini değerlendirirken illa ki bir tv cihazından yardım alacaktır.

Kanepe insanın olmazsa olmaz bir başka aksesuarı hemen baş nahiyesinin yanına konuşlandırılmış olan sehpadır. Sehpa, kanepe insanın ihtiyaç duyabileceği her tür objeye yerinden kalkmadan ulaşmasına hizmet vermektedir. Sehpa üzerinde görülebilecek belirleyici nesneler şunlardır: TV kumandası, DVD kumandası, müzik seti kumandası, (mevsime göre) serinletici aparat kumandası, su şişesi, su bardağı, dizüstü bilgisayar, çeşitli çap ve ebatta kitap, abur cubur, kalem-kağıt, telefon şarj cihazı, (cinse göre) ayna-cımbız, (bağımlılığa göre) alkol-sigara, (duruma göre) kül tablası-çöp torbası, çok sayıda evlere servis yapan restoran broşürü.

Bir Kanepe İnsanla Nasıl İletişim Kurarsınız?
Kanepe insanın yuvası olan kanepeye doğru ani hareketler yapmadığınız ve kendisini yatay pozisyonundan vazgeçirmeye çalışmadığınız sürece, bu canlı türü ile iletişim kurmak son derece kolaydır. Ehli keyif yaşam biçimine saygı gösterildiği sürece daima dostunuz olarak kalacak; ancak kanepesini her şeyin ve herkesin üstünde tutarak sevmeye devam edecektir....

19 Mart 2010 Cuma

Haylaz Tohumlar, Kerata Filizler, Afacan Fidanlar

Her sabah tekrarladığım seramoni aynı 5 gündür. Uyandıktan ve kendime gelmek için bir miktar bekledikten sonra yaptığım ilk şey saksılarıma doğru koşuşturmak oluyor. Akşam sefası tohumcuklarımın ne alemde olduğuna bakıyorum heyecanla. Ahı gitmiş vahı kalmış, kupkuru tohumları toprağa ektiğimde büyük şüpheler içine düşmüştüm malum. Pek inanasım gelmiyordu tutunabileceklerine. Ama ilk ekimlerinin üzerinden geçen 6 gün ve 5 sabahtan sonra bugün bit boyutunda filizler karşıladı beni. Mini miniliği yüzünden topraktan güç bela ayırd edilebilen 2 tane filizcik. Ağzım kulaklarıma vardı görünce keratalarımı! Doğum yapan kadınlar gibi anaç duygularla sarsıldım. Malum, bu ilk çiçek ekme-biçme denemem ve her halta alabildiğine yabancıyım. Hiç beklemiyordum haylaz tohumcukların bu kadar erken filizlenmeye başlayacağını. Şimdi diğer tomurcukların da başarabilmesini diliyorum. Ne kadar çok çıkıp çaprazlanırlarsa, o kadar renkli olacak akşam sefalarım. Haziran geldiğinde ilk çiçeklerini görme şansım olacak belki de...

Bir ağzı kulaklara vardıran haberi de dün ekşi sözlük cephesinden aldım. Ekşi Sözlük Hatıra Ormanı'nın ekim ve tabelalandırma işlemleri tamamlanmış. İlk fotoğrafları da dün akşam yayınlanmış kutsal bilgi kaynağımızda. Orada da 6 tane afacanım var şimdi el kadar fidanlar halinde. Onlara karşı da fena halde anaçlaşmış durumdayım üstelik. Artık benim de bir yerde dikili fidanım oldu ya, ölsem de gam yemem. Ne mutlu bana.

18 Mart 2010 Perşembe

The Hobbit: Part 1

Gün iyi haberle başladı. Sevgili Gandalf'ımız Ian McKellen, The Hobbit'in ilk bölümünün çekimlerine Temmuz ayında başlanacağını açıklamış. Peter Jackson ve Yüzüklerin Efendisi patlamasından sorumlu olan meşhuuur film şirketi New Line cephesinden hala resmi bir açıklama gelmemişken Ian Amcamızın zurnayı erkenden zırlatması pek ilginç oldu. Tam Gandalf'a göre bir espri anlayışı...

İşte McKellen cephesinden gelen açıklamaların devamı: "Film çekimleri bir yılı bulacak. Oyuncu seçmeleri Los Angeles, New York ve Londra'da başladı. Senaryo da geliştirilmekte. Yine Orta Dünya'daki bir arayışı içeren maceranın ilk taslağı eski dostlar ve yeni karakterlerle dolu. Filmin yönetmen Guillermo del Toro, Jackson'a ve Miramar Stüdyolarına yakın olmak için şimdi Wellington'a taşındı."

Hobbit'in dilimize yapılan ilk çevirisinin çocuk kitabı sanılarak yüzüne bakılmadığı zamanları bilen ve Hobbit'i ilk keşfeden isimlerden biri olmanın haklı gururunu taşıyan bir Tolkiensever olarak, "aman!" diyorum. İlk üçlemenin kalitesinde bir yeni üçleme bekliyorum ona göre! En ufak bir memnuniyetsizlik hissedersem Jackson'un evinin, akabinde de New Line'ın camını çerçevesini indiririm şimdiden biline.

Bir de tıfıl hallerine bakmadan anca 2000'lerde Star Wars'ı keşfedip sonra beylere hoş görünmek için seri hakkında atıp tutan uyuz hatunlarla, Yüzüklerin Efendisi'ni okumaya üşenip anca sinemada keşfeden densizlere buradan sıkı laf sokmak isterim. YIKILIN KARŞIMDAN!

17 Mart 2010 Çarşamba

Günün Kadını 3: Kristin Chenoweth

Mini mini bir kadın Kristin Chenoweth. Boyu sadece 1.50. Kendisini tanımaz, bilmezdim Pushing Daisies'den önce. Diziye bol miktarda tatlı kaçık karakter ihtiva ettiği için ilgi duymuştum. Gel zaman git zaman Kristin'in oynadığı Olive Snook karakteri epeyi bir ilgimi çekmeye başladı. Öyle bir oyunculuk sergiliyordu ki bizim mini kadın, başrol karakterlerini solda sıfır eyliyordu. Ve bir gün, dizinin daha sonra unutulmaz sahneler arasına girecek bir bölümünde, öyle güçlü bir sesle şarkı söyledi ki bu mini kadın, dev kesildi gözümde. Halden anlayan kuçu Digby'nin eşliğinde en sevdiğim Grease şarkılarından birini sonuna kadar hakkını vererek yorumladı. Gümbür gümbür bir sesti duyduğum. Hayranlık cimrisi bünyeme adeta bomba gibi düştü.

Diziyi Olive karakterinin yediği haltlar ve elbette söylediği şarkılar için takip eder duruma geldim o bölümden sonra. Nitekim 2009'da ikinci kez aday gösterildiği en iyi yardımcı kadın oyuncu Emmy'sini kazanarak da taçlandırdı başarısını. Yazık ki, Pushing Daisies'in ömrü kısa oldu; 2 sezon sonra küt diye bitirildi talihsiz dizi.

Kristin'le sonraki karşılaşmam Into Temptation ile oldu. Üzerinde sırf adı yazdığı için aldığım bu filmi izledikten sonra darmadağın olmamın da baş sorumlusu idi bu mini kadın. O minicik haliyle yine dev oyunculuk sergilemişti çünkü! O gün bu gündür dikkatle takip ediyorum yaptığı her işi mini-dev kadının. Glee'de sergilediği başarıları sanal alemde bol bol izleyip dinlemiş olmakla birlikte, bu dizinin cnbc-e tarafından alınıp derhal yeni nesillere de izletilmesi gerektiğini düşünüyorum. Hadi bakalım sayın yetkililer, daldığınız uykudan uyanıp bu işe bir el atmanızı bekliyorum...

16 Mart 2010 Salı

Şefkat

Hiç düşünmemiştim şefkat sözcüğünün gerçek anlamını. Sözlük manası "acıyarak ve esirgeyerek sevmek" imiş. Başka türlü bir sevecenlik hali... Sevecenlik. Nasıl da güzel geliyor kulağa.

Mini mini bir miktarına bile sahip olabilseydik eğer şefkatin, ne başka yönlere gideceğini düşündüm bugün hayatlarımızın. Bambaşka adamlar ve kadınlar olabilme ihtimallerimizi. Geriye yönelik düşünmenin tehlikelerini bilirim. Yine de dalmak istedim o sulara. Ya nefret yerine şefkat görseydik?

Al Sana Kazık, Al Sana Voyvoda

Malum, NTV yayınları önemli dünya klasiklerini bize çizgi roman olarak sunup, kalplerimizi çalıyor bir süredir. Önce Macbeth, Dava, Suç ve Ceza, Frankenstein, Madam Bovary geldi, sonra da Dracula. Çocukluğumun hatırlayabildiğim en eski zamanlarından itibaren korku edebiyatına duyduğum merak gereği Frankenstein ve Dracula'yı ayrı bir noktaya koydum seri içinde.

Elizabeth Kostova'nın Kazıklı Voyvoda üzerine çılgınca tarihi belge ve akademik çıkarım sunduğu 650 sayfalık "Tarihçi" kitabını okuduktan sonra kazıklara ve Voyvoda'ya bir süre için bulaşmamaya karar vermiştim. Malum her bir gri beyin hücreciğim Avrupa, Balkanlar ve İstanbul coğrafyasıyla dolup taşmış, Orta Çağ'a ait manastır tasvirleri ve eski belgelerde geçen sayısız "avrupa'da travma yaratan osmanlı fethi" hikayesi tıka basa doldurmuştu beynimin kıyısını köşesini. Yemini bozan Dracula'ya bir de çizerlerin gözünden bakma isteğim oldu. Çizgi kitap çabucak bitmesin diye ağır ağır okuyorum iki gündür. Çizimlerde yakalanan ruh tanımlanabilir gibi değil. Dalları kurumuş tekinsiz ağaçları çağrıştırarak resmedilmiş insan figürlerini Dracula'nın lanetlemiş ruhuyla bağdaştıran çizimcinin önünde eğilinmez de ne yapılır?

Bu NTV'ciler bir de H.P. Lovecraft'ın Cthulhu evrenine el atarsa, korku edebiyatının çizgi hac yolculuğu tamamlanmış olur naçizane fikrimce. Hadi NTV'ciler, iş başına!

14 Mart 2010 Pazar

Pontiş'e Güzelleme


Sevgili Pontiş,

Senden ayrıldım ayrılalı hayatım çok karanlık ve mutsuz. Bu İstanbul ellerine düştüm düşeli, varlığını çaresizce arar oldum a benim Pontişim. İçine biner binmez en sevdiğim radyo istasyonunu öttürerek beni can-ı gönülden karşılayışlarını, şaşı bakan farlarına ve tombik tasarımına bakarak kahkaha attığım mutlu zamanları, güya bir aracı ya da yayayı uyarmak için tasarlanmış kornandan çıkan sevimli ama çocuksu "mip!" sesini özledim.

Bu İstanbul bana çok kötü davranıyor sevgili Pontiş! Ayaklarıma kara sular iniyor bu nalet kentin yollarında taban teperken. Tertemiz pırıl pırıl botlarıma çamurlu sular fışkırtıyor buranın kötü kaldırımları. İnsan güruhları beni metrolarda, tramvaylarda iteliyip öteliyor. Bana kötü kötü bakıyor buranın toplu taşım memurları sevgili Pontiş! Otobüs şöförleri işleyecekleri cinayet serisine ilk benimle başlayacakmış gibi görünüyor.

Burada yollar uzuyor da uzuyor, bitmek bilmiyor Pontiş! Seninle nasıl olduğunu anlamadan aştığımız o muhabbet dolu mesafeler burada beklerken öldüren saatlere, bitmeyen işkencelere dönüşüyor. Soğuk rüzgarlar beni oradan oraya savuruyor Pontiş! Ben ileri yürümeye çalıştıkça, rüzgar beni geri itekliyor.

Birlikte geçirdiğimiz mutlu zamanları hergün anıyorum Pontiş! Sol aynanı götüren tır şoforünü yolundan döndürüp ona meydan okuduğumuz heyecanlı günü, kış vakitleri buzda slalom yaparken paylaştığımız eve dönememe endişelerimizi, ellerimle doldurduğum halde beğenmediğin kasetin bandını makarna haline getirip geri tükürdüğün inatçı zamanlarını, teyzemi hastaneye yetiştirmeye çalışırken minnet duyduğum varlığını, acemi şöförlüğüm yüzünden poponu sıklıkla park demirlerine çarptığın günlerdeki sabrını hergün düşünüyor, seni anımsıyor, içleniyorum.

Seni çook özlüyorum sevgili Pontiş (ühü hü hü, fırk).

12 Mart 2010 Cuma

Günün Adamı 4: Yılmaz Özdil

Kendisinin bugün tarihli köşe yazısını olduğu gibi alıntılıyorum:

Rampaların Ustasıyım Kozmiklerin Hastasıyım

Ankara’da yol kestiler, Türk “Silahlı” Kuvvetleri’ne ait “silah” yakaladılar iyi mi... Manşetlerinden soruyorlar, bu “silah”ların Türk “Silahlı” Kuvvetleri’nde ne işi var!
*155’e esrarengiz telefon geliyor mesela...
- Etimesgut tank dolu.
- Kimsiniz?
- Bir dost.
*Ve, diyorlar ki:“Kamyonla bomba mı taşınır?”
*Ya neyle taşınır?
*Bu sefer diyorlar ki:“Sivil kamyonla mı taşınır?”
*Birincisi, yeni değil, teee 1990’dan beri, yani 20 senedir sivil kamyonla taşınıyor. (Genelkurmay’ın bu konuda sana bilgi vermemesi ayıp gerçekten...) İkincisi, sivil kamyon kullanmasınlar ama, Erzincan’da askeri kamyonları test etmek için şurdan şuraya götürdüler diye, kamyonların komutanını “darbecilik”ten ifadeye çağırmadılar mı?
*Bu sefer de diyorlar ki:“Peki, niye trenle taşınmadı?”
*Kardeşim, burası Almanya değil ki, her tarafın demiryolu olsun... İlla trenle getireceksen, mecburen Aydın’a kadar gene kamyonla taşımak zorundasın... Çünkü, Muğla’dan Ankara’ya tren yok. Aslına bakarsan, Muğla’da tren yok... Seni üzmek istemem ama, ray bile yok!
*(Muğla’da hakikaten tren garı yok mu, dersen... Var. Dalaman Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü’nün bahçesinde var! Çünkü, Mısır Hidivi Abbas Hilmi Paşa ava çok meraklıymış... Dalaman o zamanlar ideal av yeri... Tapusu da Mısır Hidivi’nin... 1903 senesinde, iki tane bina ısmarlamış, “Dalaman’a av köşkü yapın, İskenderiye’ye de gar binası yapın” demiş. Yapmışlar... Ama küçük bi hatayla... Planları karıştırıp, garı Dalaman’a, av köşkünü İskenderiye’ye dikmişler... Şimdi gidin bakın İskenderiye’ye, tren yolunda av köşkü duruyor, Dalaman’da ineklerin arasında tren garı!)
*Gülüyorsunuz ama, Türk “Silahlı” Kuvvetleri’nde “silah”ın ne işi var diye soran arkadaşlar, işte bunların torunları.
*Ya da ne bileyim...
Patlatın bi ihbar mektubu:“Mürted’e dikkat...Uçakları da var bunların.”

Çok yaşa e mi Yılmaz Özdil.

Şehr-i İstanbul'un Alamet-i Farikası



Bir kısım medyaya göre Şehr-i İstanbul'un alamet-i farikası Boğaz Köprüsü'dür. Bir başka kısım medyaya göre Marmara Boğazı, bir diğerine göre Beyoğlu, öbürüne göre Sultanahmet... Bu böyle uzar gider... Fakat şu garip earinna kişisine sorulursa bu soru, bir an bile beklemeden "şeffaf şemsiyeler" cevabını yapıştırıverir.

Bu tanımlamayı İstanbul'a yakıştırışımın nedenine gelirsek, tarihi kentin sokaklarını arşınladığım zamanlarda, bilhassa yağmurlu günlerde yerlere fırlatılmış şeffaf şemsiyeler farketmemle başlamıştır hikayem. Karşılaştığım dağılmış şeffaf şemsiye sayısı arttıkça merak hissim törpülenmiş, nihayetinde bir Beyoğlu gezintisinde bunların tanesinin 5 TL'ye satılan Çin malı ürünler olduğunu keşfedişimle birlikte jeton düşmüştür. Evet efendim, İstanbullu'nun ucuz diye 5 TL'ye alıp, aynı gün içinde rüzgar ve yağmurdan kırılınca açık çöplük olarak addettikleri kaldırımlara fırlatıverdikleri bu şeffaf şemsiyeler, İstanbul'un gözümdeki en birinci alamet-i farikasıdır.

11 Mart 2010 Perşembe

Günün Adamı 3: Turhan Selçuk



Turhan Selçuk. Özellikle Abdülcanbaz tiplemesi ile çocukluğumuzu şenlendiren bu sevgili çizerin sabah saatlerinde aramızdan ayrıldığı açıklandı. Derin hüzne boyanmış bir 11 Mart sabahı oldu bu kuşkusuz. Bir çınar daha yanına parçalarımızı da alıp göçüp gitti...

Biraz hayatını okudum ruhunu şadetmek amacıyla. 31 temmuz 1922'de doğduğunu öğrendim. Daha da hayıflandım "bir tarih göçüp gitmiş" diye. Dile kolay, 87 yıl dolaşmış bu memleketin topraklarının üzerinde. Diş hekimliği eğitimi görmüş başlangıçta. Sevmemiş, bırakmış. Tamamen karikatüre yönelmeyi seçmiş. Mizahını sadece çizgileri kullanarak yapması, ona diğerlerinden farklı-diğerlerinden başka bir karikatürist ünvanı kazandırmış. Kendine has üslubunu tam oturttuğunda yıl 1950'leri gösteriyormuş. Ünlü çizgi roman kahramanı Abdülcanbaz'ın maceralarına hayat vermeye milliyet gazetesinde başlamış. Tarih 1957'yi gösteriyormuş o sırada. 1972'de geçmiş cumhuriyet gazetesine. Ve sonuna kadar Cumhuriyet'te kalmış...

Abdülcanbaz'ın osmanlı tokatlarını, cehalete ve yobazlığa karşı celallenişlerini, yobaz şürekaya karşı tahammülsüzlüğünü hep sevmiş, takdir etmişimdir. Şimdi Abdülcambaz da en az bizim kadar öksüz...

The Lost Boy


Bu sabah öğrendim. Corey Haim hayatını kaybetmiş dün sabah. Yaş sadece 38 iken. Muhtemelen yüksek dozlu ilaç ya da uyuşturucu kullanımından. LA Polis Departmanı "accidental" açıklamasını yapmış. Oysa bizim hala çocuk adam bildiğimiz Corey uyuşturucuya bağlı ilk felcini 2001'de geçirmiş. 15 kez rehabilitasyon görmüş. 2004'te Toronto'ya taşınınca temizlenebilmiş biyografik bilgilerine göre. Oysa dünkü haberden çıkan sonuç: Hayır! Temizle-ne-bi-le-me-miş.

Ben 80'leri çok severim (o dönemin giyim modasına bile hoşgörüyle bakabilenlerdenim; varın siz düşünün bu sevginin boyutunu). 80'lere ait Blue Jean dergilerimi hala saklar, arada bir gülümseyerek ya da hüzünle karıştırırım. O dergilerin bazılarının kapağını bu çocuk adam süslemiştir. Benim çocukluğuma, Birleşik Amerika ve Türkiye'nin ise teenagerlarına defaten hitap etmiştir filmleriyle. Sanırım Avrupa gençliği de nasibini almıştır Corey'nin filmlerinden, dizilerinden. The Lost Boys'la, bütün meslek hayatı boyunca içinde yer alabildiği tek kült filmi filmografisine altın harflerle kazıyabilmiş bir çocuktur. Henüz 16 yaşındayken bütün dünyaya adını öğretmiş bir çocuk adam... Zaman hızla akarken büyümüş ve meslek hayatı hızla körelmiş bir genç adam... 90'lardan itibaren Z sınıfı video filmlerinde oynamaktan başka çaresi kalmayan bir eski çocuk star. Ta ki düne kadar.

Hüzün her yerde sevgili blog...


10 Mart 2010 Çarşamba

Günün Paragrafı


Zaman zaman gazetelerde, dergilerde, biyografilerde ve sözlüklerde hayatımı anlatan yazılarla karşılaşıyorum; bu yazılardan, sosyoloji çalışmak için serseri olduğumu öğreniyorum. Bu, biyografi yazarlarının nezaketi ve düşünceliliğidir, ama doğru değildir. Ben bir serseri oldum ama, bu hayat benim içimde var olduğu için, kanımda beni rahat bırakmayan yolculuk yapma tutkusu olduğu için. Sosyoloji tamamen rastlantısaldı; daha sonra geldi, ıslanmanın, tıpkı suya dalmanın ardından gelmesi gibi. "Yola" düştüm çünkü kendimi bundan alamıyordum, çünkü cebimde tren parası yoktu; çünkü hayatım boyunca "aynı vardiya"da çalışacak şekilde yaratılmamıştım; çünkü yollara düşmek, düşmemekten daha kolaydı.

Jack London
, Demiryolu Serserileri, 1907.

Sevmelik Mi? Yemelik Mi?


Kalender bir İstanbul beyefendisinin sponsorluğunda gerçekleşen "Çin gıdaları tüketelim" akşamı pek keyifli sohbetlere ev sahipliği yaptı. Gecenin hemfikre varılamayan yegane konusu, kuçu milletini yiyecek maddesi olarak tüketen kültürler idi. İşbu yazı ile sözü medyatik bir ismin kuçusu olan Barny'ye bırakarak, hangi yürek bu hayvancığın tadına bakmaya razı olabilir sorusunu soruyor ve huzurlarınızdan ayrılıyorum.

9 Mart 2010 Salı

Evde Kalmış Kızkuruluğuna Çare Bulundu!

Efendim ne acıdır ki, bekarın pek sempati görmediği bir kültürde yaşıyoruz. Misal, ben evde kalmış kızkurusu yaftasını yiyeli çok oldu. Zavallı hayatımı bu sıfatla idame ettirmeye çabalamaktayım son birkaç yıldır. Yolda görünce taşlayanlar mı ararsınız, ardımdan "acuze" diye bağıranlar mı ararsınız, kızkurusu mikrobu kapmamak için yanaktan öpüşmeyenler mi ararsınız... hepsini yaşadım şu talihsiz hayatımda. Fekat bu reklamı gördükten sonra hayata daha büyük bir umutla sarılmaya başladım. Eğer Krem Altınbaş'ı bulmayı becerebilirsem yarınlarımın saadet dolu olacağına inancım tam. Buyrun değerli bilgiyi sizlerle de paylaşayım:

Seyrüsefer Notları


Sevgili blog, gün geçmiyor ki yolculuklarda enteresan olaylarla rastlaşmayayım. Dayanamadım yine, birkaçını aklıma not alıverdim. Yaptığım ilk saptama çığırtkan beyabilerle ilgiliydi. Bavulu yaramazlık yapmış ama ayak direyen bir çocuğu kolundan tutmuş sürür gibi çekiştirip bir yandan da kendisiyle kavga ederken (sağa sola yalpalayıp dengemi bozuyordu) çığırtkanların alanlarından geçiş yapmam gerekti. Personeli oldukları otobüs firmasının önündeki yolu egemenlik bölgesi olarak belirleyen bu sert görünüşlü, çakmak gözlü beyabiler bana geçmiş zaman kabadayılarının otobüs terminali versiyonları olarak geleneğin yaşatıldığını gösterdi. İçlerinden biri öyle çalımlı yürüyor, öyle tok bir sesle "bilet" diye haykırıyordu ki omzuna bir ceket, eline de bir tesbih verip gerçek bir kabadayı görüntüsü elde etmek içten bile değildi. Buradan namlı geçmiş zaman kabadaylarımızın ruhlarına bir selam yollamak isterim.

Oturup otobüsümün gelmesini beklerken karşıma çıkan yaşlı bir çift günün not alınası ikinci maddesini oluşturdu. Belli ki hijyene çok önem veren insanlardı. Biri çekçekli biri de saplı olan her iki bavul da bir milimlik boş alan bırakılmayacak usülde çöp torbalarıyla sarılıp sarmalanmıştı. Ben nedense kadının çok titiz olduğunu hayal ettim. Evine bavullar kanalıyla bir gıdım toz-toprak girince ya da bavullarının üzerine bir damla kir leke filan bulaşınca deliren türden bir kadın olabilirdi pekala. Bir an yakınımda durdu çift ve aniden birbirlerine bağırmaya başladılar. Belli ki adam yolculuk asabiyeti denen illete, kadınsa yolculuk dırdırı denen dişil hastalığa sahipti. Oracıkta öfkeyle bağrışıp hırlaştılar. Adam bavulları da alıp çekip gitti. Kadın ne yapsın, mecburen süklüm püklüm peşine düştü adamın. Ben de kendi adıma korkulara boğuldum. Sonra da büyüyünce böyle insanlar olmamaya karar verdim. Ama ürküntüm uzun süre devam etti...

Otobüs yolculuğu esnasında ilgimi çeken en önemli şey, çevremdeki bütün koltuk ekranlarında aynı programın açık olmasıydı. Evet efendim, Kelekteyiz programının halkım üzerindeki gücünü gözlerimle görmüş bulundum. Bu nefaset programdan not aldığım birkaç şahane cümleyi sizlerle de paylaşmak isterim:

- "Temizlik başta gelen alternatiflerden biri olmalı!!!"
- "Önyargıya uğramamak lazım!!!"

Bu noktada susarak cümlelerin anlamsal derinliğiyle sizleri başbaşa bırakmak isterim.

7 Mart 2010 Pazar

Bekle(me)mek

Bazı tedbil-i mekan hazırlıkları yüzünden yazıp çizmeye ara verdim. Günlük blog yazılarının ruhumda yarattığı rahatlamayı es geçmişim hazırlıklara kapılmışken. Bugün eksikliği fena hissettim. Aklımdakileri gariban bloğa yükleyip düşünce yükümden kurtulayım istedim.

Beklemek üzerine çok şey söylemiştir Yeni Türkü. "Beklemek bizim yaşamımız. Vapur beklemek. Gün beklemek. İnsan beklemek. Çiçeklerin açmasını, gecelerin geçmesini, sayfaların dolmasını beklemek." Ne çok şey ifade ediyor değil mi bu satırlar? Yedi uyurlar efektiyle geçirdiğim son yılları tanımlayan pek yegane sözlerdir kendileri. Tıpkı Yeni Türkü'nün söylediği gibi, çok çamur iki kardeşi vardır beklemenin: "Umut etmek ve ertelemek". Çokça nasibimi almışımdır bu iki melun kardeşten yedi uyur modunda yaşadığım zamanlarda. Meğer ne basitmiş uyanmanın formülü: Beklememek. Şimdi ben de yaşamın kodları arasındaki en değerli veriyi, bir miktar öğüt havasıyla paylaşmak isterim:

Beklemeyiniz efendim! Katiyetle beklemeyiniz! Ve ertelemeyiniz! Huzur ve mutluluğu hayatınızda istiyorsanız, bu üç cümleciği unutmayınız, unutanlara anımsatınız.

5 Mart 2010 Cuma

Donkey Awards


Eğer karizmamdan kalan son damlalar izin verseydi "bir eşşeğe mektuplar" ismini verecektim bu yazıya; ama yemedi. Burada eşşekle bizzatihi kendimi kastediyorum. Çünkü evet; insan bazen gerçek bir eşşekten bile daha inatçı olabilen bir canlıdır. Kendimden biliyorum.

Boyu devrilesice İndiana Jones'tan ve yere batasıca The English Patient'ın meşhur mağara sahnesinden aldığım gazın, bünyemdeki yeterli miktardaki eşşeklikle füzyon oluşturması yüzünden yediğim naneler bunun en açık kanıtıdır. Ayrıcalıklı eşşeklik level'ına geçişim, iki film izleyip etki altına girdikten sonra başladığım işi "idealistim ben" kuralına göre yürüterek kazandığım bir haktır. Süper eşşeklik kategorisine tören eşliğinde geçişim, (kendimi Herkül zannederek) fiziksel limitlerimi iş adına son damlasına kadar zorlamam ve akabininde bileğimdeki kası cart diye yırtmamla vuku bulmuştur. Mega eşşeklik ödülüne hak kazanışım da o bileği sittin senedir bir doktora göstermeme performansım üzerine altın bir eşşek heykelciği ile ödüllendirilmiştir. Bugün efsane eşşek kategorisinde görülmemiş bir başarıya imza atma yolundayım. Nitekim bileğim, bir eşşeğe değil, bir insana ait olma isteğini deklare etmek suretiyle greve başladı. Kendisini sağ elimle bir arada tutabilmek amacıyla eski bir dost olan bandaja başvurdum mecburen.

Korkarım efsane eşşek kategorisindeki bütün ödülleri yine ben toplayacağım...

4 Mart 2010 Perşembe

Çıldırtan Edebiyat


Aşağıdaki paragrafı noktasına virgülüne dokunmadan aynen alıntılıyorum Kumral Ada Mavi Tuna'dan.

"Bir tabak aldı ve masanın etrafında şehvet dolu bir yolculuğa çıktı. İlk gördüğü en fazla özledikleriydi. Zeytinyağlı dolmalar, üzerleri cilalanmış gibi pırıl pırıl yan yana dizilmişlerdi. Limonları birer gül gibi kesip, biber ve yaprak dolmalarının ortasına oturtmuşlardı. Sonra baştan çıkartan albenisiyle bekleyen sarmısaklı haydari, domates soslu patlıcan salatası, mücver, kadınbudu köfte, Çerkes tavuğu, çiğ köfte, fasulye pilakisi, sigara böreği, paçanga, su böreği, mantarlı pilav, imambayıldı, zeytinyağlı enginar, Arnavut ciğeri, mercimek köftesi, humus, bademli tarator, Rus salatası ve acılı ezmeyi seyretti huşu içinde."

Öncelikle şunu itiraf etmem lazım: Beni en dağıtan, en paralayan kitaptır Kumral Ada Mavi Tuna. Her bir karakterini ailemden bilirim. Tuna da, Ada da, Aras da müthiş kurgulanmış, çok canlı karakterlerdir. Ha keza hikayeleri de öyle. Romanda anlatılan müthiş masalı bir kenara ayırıyorum şimdilik. O bir başka yazının konusu. Kitabın edebi kalitesi bana göre çıldırtıcı yüksekliktedir ki bu meseleyi de bir kenara ayırıyorum şimdilik. Ve lafı bunca dönüp dolaştırdıktan sonra nihayet sadete getiriyorum.

Yukarıdaki paragrafın içinde geçen yemek edebiyatı sadece tek kelimeyle tanımlanabilir: çıldırtıcı! Hele mezeleri ama yemeklerden daha çok seven bu gariban blog sahibi için o çıldırış hem edebi hem ebedi kategoridedir, daimidir.

3 Mart 2010 Çarşamba

"That Upset Me!"

John 'the biscuit' Cage kişisini bilen bilir. Ally McBeal dizisinin en renkli karakterlerinden biridir. Enteresan olaylara, bilhassa içinde çalıştığı hukuk firmasında şahit olduğu deliliklere sakin bir şekilde göz gezdirdikten sonra "That upset me!" cümlesini kurmasıyla meşhurdur. Bu tepkinin ardından kuvvetle muhtemel "I need to take a moment" safhası gelir. Cage alnıyla burnunun birleştiği noktayı tutar (tıpçılar o noktaya glabella der), başını öne eğer ve sessizliğe gömülür. Eğer şahit olduğu ya da duyduğu şey akıl durduran cinstense "i'm troubled" diyerek rahatsızlığını belirttikten sonra da aynı ritüel yinelenebilir. Ya da mekanı terkeder.

Bugün tv'de dolaşırken bol miktarda "That Upset Me" anı yaşadığımı farkettim. Tek eksiğim bunu John Biscuit gibi ifade etmekti. Ebru Şallı'nın baktıkça içimi fenalaştıran ekme kaşlarını gördüm ve That Upset Me! Modası bir türlü geçmek bilmeyen izdivaç programlarına denk geldim ve That Upset Me! Kıroluğun memlekette iyi iş yaptığını gösteren Recep İvedik vtr'lerine denk geldim ve That Upset Me! Şaka programlarında maymun edilen insanlarla rastlaştım ve That Upset Me! Haber kanalı saatbaşı bültenlerinde memleketin getirildiği noktayı izledim ve That Upset Me! Belgesel kanalında yolcu uçaklarının düşme hikayelerini anlatan sinir bozucu seriye denk geldim ve That Upset Me! Şimdi izninizle,

"I need to take a moment"

Acilen Gidilecek!

Kremlin Hazineleri Topkapı Sarayı’nda
Topkapı Sarayı’nda, 11 Mart-7 Haziran tarihleri arasında Moskova Kremlin Sarayı hazineleri sergilenecek. İstanbul 2010 Avrupa Kültür Başkenti Ajansı, Moskova Kremlin Müzesi işbirliğiyle düzenlenen “Moskova Kremlin Sarayı Hazineleri Topkapı Sarayı’nda” sergisi, Rusya’nın en eski müzesi olan Moskova Kremlin Müzeleri koleksiyonlarından derlenen yaklaşık 100 eserden oluşuyor.

İstanbul Oyuncak Müzesi’nde “Kitap ile Sohbet”
İstanbul Oyuncak Müzesi her Salı saat 11.30-13.30 arası kariyer, marka danışmanı Yasemin Sungur’un düzenlediği “Kitap ile Sohbet” e ev sahipliği yapıyor. Bu etkinliğe kadın, erkek, genç, yaşlı dileyen herkes katılıyor. Bu sohbette yaşayan ve yaşamayan yazarların kitapları birlikte okunuyor, tartışılıyor ve zaman zaman yazarlar da davet ediliyor. İlk kitap Mehmet Zaman Saçlıoğlu’nun Sur ve Gölge isimli kitabıydı. Daha sonra Sabahattin Ali’nin “Kürk Mantolu Madonna”sı okundu ve tartışıldı. Mart sonuna kadar da Salah Birsel’in “Boğaziçi Şıngır Mıngır” isimli kitabı okunuyor.
Bilgi almak ve kayıt yaptırmak için 0 (216) 359 45 50 – 51 numaralı telefondan ya da info@istanbuloyuncakmuzesi.com e-mail adresinden ulaşabilirsiniz.
Adres: Ömerpaşa Caddesi Dr. Zeki Zeren Sokağı No:17 Göztepe / İST

Grease
Broadway tarihinin en çok sahnelenen müzikali “Grease”, Astoria Alışveriş Merkezi'nin ikinci yıl etkinlikleri kapsamında Türkiye'ye geliyor. 25 Mayıs-2 Haziran günleri arasında Kuruçeşme Arena'da sahnelenecek.

2 Mart 2010 Salı

Kadın Ruhundan Anlayan Erkek (?)







YORUMSUZ !!!

Hangi Güvenilmez Tipsiniz?

Gün kötü başladı. Manyağın teki kör bir saatte arabasını yıkamaya, arabasını yıkarken de bütün mahalleye cayır cayır radyo dinletmeye karar verdi. O da sabahın aynı kör saatinde karşısında sabahlığıyla balkona fırlamış bir earinna buldu. Konuyu başlıkla bağlantılandırmanın zamanı geldi o halde.

1 numaralı güvenilmeyecek insan tipi: Kendi keyfine göre davranışlar sergilerken çevresindeki kimseyi düşünmeyen (umursamayan) insan güvenilmezdir. Derhal uzaklaşılmalıdır bu insandan. Kendi bencilliğine boğulmuştur çünkü 1 numara, başka da bir haltı gözü görmez olmuştur. Yediği naneler çevresini sosyal ya da psikolojik ziyana uğratmaktadır; ama "umursamak" kavramı 1 numara tarafından henüz okuma listesine alınmamıştır.

2 numaralı güvenilmeyecek insan tipi: Yapıp etmeyeceği şeyler hakkında vıdı vıdı konuşup mangalda kül bırakmayan, sonra da tam olarak yapmayacağını iddia ettiği şeyi icra eden insandır. Güvenilmezin önde gidenidir 2 numara. Geçenlerde tanıdım bunlardan bir tanesini. Başkasına aşık olduğunu öğrendiği sevgilisinden ayrılmış, yıkıyor ortalığı: Hiç takmam olan bitene kafayı, anında siler-çeker giderim, biter gider, iki dakka durup üzülmem bile. Sonra da yılışan sırnaşan sevgi mesajları gönderiyor kendisinden bir çift boynuz armağanı aldığı eski sevgiliye. Ne net duruş edinebilmiş hayatta ne de "gurur" kavramı ile tanışıklık geliştirebilmiş. 2 numara fena halde mide kaldırıyor.

3 numaralı güvenilmeyecek insan en tehlikelisi. Flörtöz insan tipi bu. Tanıdığı herkesle aldı verdi içine girmek istiyor. Bu amaçla herkese özel insan muamelesi yapıyor. Kendisinden başka 15 kişiye daha aynı muhabbetin yapıldığını bilmeyen 3 numara kurbanları çoktan kollektifleşmiş bir flört kazanının habersiz katkı maddesi oluyor. Siz diyin bezelye, ben diyim mercimek. Az ama öz insana değer vermek, az ama öz insana değerli hissettirmek hakkında birşey bilmiyor 3 numara. Öğrenmeye de yanaşmıyor. Sebep: Seçenek çok olsun, zaten aynı anda 50 insandan da hoşlanılabilir.

4 numaralı güvenilmeyecek insan tipi: Çok çevrem olsun her yeni arkadaş edindiğimde bir eskisini unutayım insanıdır. Bu türü anarken kullanılan diğer halk tabiri "satıcı"dır. Kendisine toplum hayatı içinde çok sık rastlanır. Sürekli bir eğlence arayışı mevcuttur 4 numarada. Düsturu "Daha eğlenceli ortamlar, daha eğlenceli insanlar bulabileceksem, eskimiş ve sıkıcılaşmış arkadaşlarımla niye görüşeyim?" dir. Tanımlamaya gerek var mı bu tipi? 4 numarayı enteresan yapan şey hemen herkesin hayatına nüfuz etmeyi başaran bir örnek olmasıdır. Adeta bölünerek çoğalır.

5 numaralı güvenilmeyecek insan tipi: Cehaletini çarpık bir gurur duyarak pazarlayan insan tipidir. Kimler girer bu gruba? Kitap sevmemciler, opera sevmemciler, spor sevmemciler, tv sevmemciler, sinema sevmemciler, resim sevmemciler vs... Gider böyle bu. 5 numarayı güvenilmez yapan mesele birşeyi sevmiyor olması değildir. O şeye karşı geliştirdiği önyargıya cahil cehaletiyle sarılışıdır. Önyargının cehaletle yoğrulmuş hali marazların en büyüğüdür, en zararlısıdır. Ve 5 numaraların büyüyünce politikacı olmasında feci bir kara mizah vardır.

1 Mart 2010 Pazartesi

Being Ronny Cammareri


Ronny:
Everything seems like nothing
to me now.
I guess I want you in my bed.
I don't care
if I burn in hell.
I don't care
if you burn in hell.
The past and the future
is a joke to me now.
I see that they're nothing.
I see they ain't here.
The only thing that's here
is you and me.
Loretta:
- I want to go home.
Ronny:
- No
Loretta:
- I'm going home.
Ronny:
- No
Loretta:
- I'm freezing to death!
Ronny:
- Come upstairs.
I don't care why you come.
That's not what I mean.
Loretta, I love you.
Not like they told you love is.
And I didn't know this either.
But love don't make things nice.
It ruins everything.
It breaks your heart.
It makes things a mess.
We aren't here to make things perfect.
The snowflakes are perfect.
The stars are perfect.
Not us.
We are here to ruin ourselves...
and to break our hearts...
and love the wrong people...
and die.
I mean,
the storybooks are bullshit!
Now, I want you to come upstairs with me
and get in my bed!

Foça'dan Canlı Yayın

Az önce çok başarılı bir kanal olduğunu düşündüğüm TRT Turizm ve Belgesel kanalını izliyordum. Programın adı: Memleketim. Sabah saatlerinde yakalıyorum genellikle bu programı, rastladığımda mümkün değil kanalı değiştiremiyorum. Canlı yayında Türkiye'nin dört bir noktasına bağlanıp bir kentin turistik değerlerini tanıtıyorlar. Bugün sıra Foça'daydı ve izlediğim manzara aklımı başımdan aldı.

Denizin hemen kenarına ince uzun bir masa kurulmuş. Masanın önü deniz. Arkası ise Foça esnafına ait mini mini dükkanlardan oluşan bir kolaj. Masada Foça'yı tanıtacak kadınlı erkekli bir grup oturuyor. Herbiri Foçayı, kentin güzelliğini, olanaklarını, turistik zenginliğini, kültürünü, yemeklerini, Foça insanını anlatıyor. Kamera bir yandan konuşmacıları gösteriyor, bir yandan fırıl fırıl dönerek olağan bir Foça sabahından manzaralar yakalıyor. Arka tarafta balıkçı tekneleri var. Kaptanlar balık ağlarını onarıyor. Esnaf sandalyelerini dışarı atmış güler yüzle olan biteni izliyor. İnsanlar gelip geçiyor yoldan, kimi hiç ilgilenmiyor kameralarla kimi utangaçlıkla da olsa kadraja girmeye çalışıyor. Ama bir an için öyle bir manzara yakalıyor ki kamera koşa koşa Foça'ya gitme isteğime zor mukayyet oluyorum.

Bir amca. Bir sandalyede oturmakta. Kucağında yavru bir tekir kedi. Tırmanmış belli ki amcanın kucağına, sevgi istiyor. Her iki ön patisini de amcanın omuzlarına dayamış, vücudu dimdik, karşısındaki adamın gözlerinin içine bakıyor. Amca da sevgiyle okşuyor kedinin sırtını. Nasıl güzel bir manzara!!! Orada olsam koşar sarılırım o adamın boynuna. O derece etkilendim. Buradan o amcaya sesleniyorum: Amcacığım, senin sahip olduğun hazineyi değme zengin satın alamaz. Gözlerim dolu dolu kucaklıyorum seni!

Daha Yeni Kayıtlar Önceki Kayıtlar Ana Sayfa