30 Kasım 2010 Salı
29 Kasım 2010 Pazartesi
Uzun Uzun Bacakları Kafasından Çıkan Kolları Olan Hayvanat Nedir?
Yukarıda görmekte olduğumuz resim Andrew Wyeth isimli bir şahsiyete ait olup Master Bedroom ismini taşımakta ve yatağın üzerine kıvrılmış olan kuçusu ile beni benden almaktadır. Evet sevgili okuyucu yahut okumayıcı, son derece bürokratik bir dil kullanarak na-bürokratik ve gayrıciddi bir yazı yazmak üzerine sersemce bir deneme yapmaktayım şu an. Sanırım bu eylemimle zaten pek düşük olan blog okuyucusu katsayımı sıfıra düşürmekte ve hatta ellerimle inşa edip, solar iken büyüttüğüm canım blogumu da ele güne rezil etmekteyim. Fakat sevgili okuyucu, neden olmasın diyorum? Dünya öylesine saçmalıyor ki bugün, bir de ben dahil olmuşum gruba ne yazar? İnternet sitesinin biri dünyanın 250.000 kirli çamaşırını açıklayarak şahane bir ülkeler ve liderler arası yakınlaşma yaratırken, 40 yıldızlı otel yapılarak bir daha bizim gibi sade vatandaşın içine asla girememesi garanti altına alınmaya çalışılan Haydarpaşa Garı cayır cayır yanıyor. Leslie Nielsen hayatını kaybederken, uzun uzun bacakları kafasından çıkan kolları olan bir hayvanatın tanıtımı yapılarak kitlelerin ilgisinin okyanus bilimine çekilmesi planlanıyor. Hayat ne de hızlı akar, akaar, akaaar iken (Salina Tuz reklamını anımsayan?) konu yukarıdaki resimde görülen tembel kuçunun huzur-u afiyet içerisinde uyuduğu noktaya dönüveriyor. "Büyüksün Be Kuçu, İdolümsün!"
Carole Desem Landis Desem?
28 Kasım 2010 Pazar
Pazar Kelimeleri
Cumartesi gecelerini dışarıda geçirmenin bedeli hep Pazar sabahlarından çıkar. Patırtılı bir mekandan yarı sağır olmuş bir halde dönülür eve gecenin bir vakti. Yüksek volümlü müzik adrenalin patlaması yaptığı için bünyede, uyku tutmaz. Kanal kanal dolaşılır, çocukluğun korkunç korku filmlerinden biri (en azından o korku hissi) aranır. Bulunamaz tabi! Korku kültürünün gelişimine izin vermeyen kanalların patronlarına saydırılır. Yatıp zıbarma şıkkını kullanmak kalır geriye. Kaçta yatılırsa yatılsın Pazar sabahının kör vaktinde uyanılacağı bilinerek klasik hocker uyuma pozisyonu alınır, bir de derin iç geçirilir. İç geçirme kısmının anlamı yoktur. Uyku öncesi geleneksel bir harekettir sadece. Ertesi gün pazardır ya, ruhta doğmaya başlayan sevimsiz bir duygunun ilk emareleriyle uykuya dalınır. Malum, Pazar sevilmeyen gündür.
Yalnız bugünün pazar'ı sevilmek isteyen yönünü gösterdi. Ilık güneş ışınları düştü odanın içine. Derece belki 20, belki 21. Ne büyük lütuf Aralık öncesi. Dışarıda geçirilecek bir başka günün planlarını yapmak lazım şimdi....
Yalnız bugünün pazar'ı sevilmek isteyen yönünü gösterdi. Ilık güneş ışınları düştü odanın içine. Derece belki 20, belki 21. Ne büyük lütuf Aralık öncesi. Dışarıda geçirilecek bir başka günün planlarını yapmak lazım şimdi....
27 Kasım 2010 Cumartesi
26 Kasım 2010 Cuma
Freddie ve Kedi
Aslında 24 Kasımda yayınlamalıydım bu fotoğrafı. Ama zararı yok. Hergün anılabilecek kadar büyük bir sesti Mercury. Gittiği yerde eğlencesi bol olsun.
Etiketler:
Benim Selebritilerim,
Sevimli Yancılarımız
Dokunmayın a-ha'ma!
80'lerde ilk albümünü çıkarttığından beri hastası olduğum canım a-ha, 25. yılını doldururken sahnelere veda etme kararı aldı. 2010'u veda turnesinde geçiren üçlümüzden bütün zamanların en farklı yakışıklısı Morten karavan tuvaletine konuşlanmış uzaklara bakarken görülüyor yukarıda. Bana ise bu kadar komik bir fotoğrafa bakarken bile hüzünlenmek kalıyor: "Etmeyin, a-ha'yı sonlandırmayın, kıymayın!" diye.
25 Kasım 2010 Perşembe
İstanbul Kedileri
(Japonya'dan Turist Olarak Gelip Yerleşmeyi Tercih Eden İstanbul Aşığı Kedi)
(Yaşadığı Kültürden İllegal Yollarla Koparılan Mutsuz Kedi)
(Tarihi Değerlerimize Birbaşına Sahip Çıkan Bekçi Kedi)
(Deniz Kenarında Gününü Gün Eden Köftehor Kedi)
(Kadim Dünyanın Asil Kedisi)
(Mahallenin Delikanlısı, Arslan Yürekli Kedi)
(Araba Sevdalısı Asabi Kedi)
24 Kasım 2010 Çarşamba
İşten Kovulma Teknikleri 1
20 Kasım 2010 Cumartesi
Yerim Ben Bu İstanbul'u!
Sultanahmet Meydanı, Topkapı Sarayı, Arkeoloji Müzesi, Eminönü, Galata gezintilerinin arasına tıkıştırdığım pastane ziyaretlerinde kahveli çikolatalı ya da kahveli badem ezmeli mantar kurabiyeleri kapışlayıp, kurabiye canavarı usülünde ağzıma tıkıştırıyorum. Ve o esnada gezmek eyleminin yemek içmek eylemiyle ne kadar da iç içe geçtiğini düşünüyorum. Sanırım, bloguma yolu düşen hanımlar da kurabiye güzellememi okurken yakında obezite hakkında birşeyler yazacak noktaya geleceğim kehanetinde bulunuyorlar. Müsterih olunuz sayın okuyucular! Çeşitli yazılarda yerden yere vurduğum bünyemin yağ depolamamak gibi olumlu bir huya sahip olması "imdat obez oldum" konulu yazıya rastlanmayacağının garantörü oluyor bu blogda.
Ne diyordum en son? Hah, İstanbul gezintilerinde iştah açan pek çok şey olduğundan! Pastanelerden bahsettik, fakat bence asıl anılması gereken sokaklardaki tezgahlar. Simitçiler, kestane kebapçılar, turşucular, pilav-nohut/pilav-tavukçular, mısırcılar, balık/köfte ekmekçiler ve çocukluğumuzun lezzetiyken artık rastlaşmadığım lahmacuncular (kollarına taktıkları kapaklı sepetin içinden çıkarıp verirlerdi lahmacunları; ne nefis kokardı içine bolca soğan basılmış, az kıymalı ve na-hijyen o lahmacunlar). Pamuk şekercileri, çatalcıları ve halka tatlısı (kerhane tatlısı da diyorlarmış buna :) satan tezgahları da unutmayalım.
Bir yandan sütunlar, öbür yandan minareler, bir başka yandan da saraylar ile antik yunan tapınak cephesi taşıyan müzeler fışkırırken tezgah tezgah gezinip bütün bu tadları Tarihi Yarımada içinde denemek kadar oburca ve zevkli bir başka hareket olamaz. Balık Pazarında huzur-u afiyet içerisinde tükettiğim hamsiler, Bahçelievler dönüşünde tesadüfen rastladığım kestaneciden aldığım o şişko şişko ve alabildiğine lezzetli kestaneler bir başka kentte bu kadar hakkı verilerek tüketilemez. Demem o ki: Şanslıyım, şanslısınız, şanslıyız.
Son Not: "Ayyy! Hiç hijyen diyil o şeyleeeer" diye haykıran grup görünmesin gözüme. Bir de ceza olarak gidip sözlükten nanemolla'nın anlamına baksınlar. Hadi naş!
Ne diyordum en son? Hah, İstanbul gezintilerinde iştah açan pek çok şey olduğundan! Pastanelerden bahsettik, fakat bence asıl anılması gereken sokaklardaki tezgahlar. Simitçiler, kestane kebapçılar, turşucular, pilav-nohut/pilav-tavukçular, mısırcılar, balık/köfte ekmekçiler ve çocukluğumuzun lezzetiyken artık rastlaşmadığım lahmacuncular (kollarına taktıkları kapaklı sepetin içinden çıkarıp verirlerdi lahmacunları; ne nefis kokardı içine bolca soğan basılmış, az kıymalı ve na-hijyen o lahmacunlar). Pamuk şekercileri, çatalcıları ve halka tatlısı (kerhane tatlısı da diyorlarmış buna :) satan tezgahları da unutmayalım.
Bir yandan sütunlar, öbür yandan minareler, bir başka yandan da saraylar ile antik yunan tapınak cephesi taşıyan müzeler fışkırırken tezgah tezgah gezinip bütün bu tadları Tarihi Yarımada içinde denemek kadar oburca ve zevkli bir başka hareket olamaz. Balık Pazarında huzur-u afiyet içerisinde tükettiğim hamsiler, Bahçelievler dönüşünde tesadüfen rastladığım kestaneciden aldığım o şişko şişko ve alabildiğine lezzetli kestaneler bir başka kentte bu kadar hakkı verilerek tüketilemez. Demem o ki: Şanslıyım, şanslısınız, şanslıyız.
Son Not: "Ayyy! Hiç hijyen diyil o şeyleeeer" diye haykıran grup görünmesin gözüme. Bir de ceza olarak gidip sözlükten nanemolla'nın anlamına baksınlar. Hadi naş!
17 Kasım 2010 Çarşamba
Keanu Reeves
Kaç Dolardı Canım?
Benim adamın haberi olmasa da Türkiye'de yaşayan bir ruh ikizi olduğunun en mühim kanıtıdır bu foto. Zira para üstü hesaplarken yaptığım 5 eksi 2 eşittir 1 eder uygulamaları, kısacası toplama çıkarma işlemlerinde sergilediğim "insanüstü" yetenek, bire bir Keanu Efendi'de de kendisini göstermekte. Eldeki paraya ve hesap yanlışlığının kafaya dank etme anına dikkati çeker, yirim ben bu adamı sapkınlığı sergileyerek geleneksel yazı kapanışımı icra ederim...
Kulağa Kaçan Kuş
16 Kasım 2010 Salı
Wrong
En büyük hayal kırıklıklarını hep oyuncaklar konusunda kapıldığım heveslerde yaşamışımdır. En küçük yaşlarımdan beri bu böyle. Rüyalarımda görürüm hala çocukken alamadığım bebekleri, bebek evlerini. Bugün de benzer bir rüyanın ardından moralimin bozulacağını bile bile ebay'e baktım. Bir kaç ilginç materyali izlemeye aldım. 70-80'lerden kalma bir grup Sindy bebek kıyafetinin şu anki açık arttırma durumunun 215 euro'ya dayandığını görünce (414 tl.cik ve henüz açık arttırma sonlanmamış vaziyette. Yani rakamın kargo bedeliyle birlikte nerelere dayanacağı astronomik seviyelerde tartışma gerektiriyor) bir kez daha hayal kırıklığına uğramak suretiyle ağzımın payını aldım. İşi ticarete vurmuş bir mal tarafından yüksek fiyata alınacak orijinal giysi koleksiyonunun bölünerek parçalar halinde satışa çıkarılacağını düşündükçe içime fenalıklar geldi. Daha bir üzüldüm. Sanırım İngiltere'de yaşayan birilerine yamanıp iyi de gelir getiren bir iş bulmadıkça benim bu 80'lerin oyuncakları projesinde tek bir minimal tıkırtı bile olmayacak...
Bugün aklımdan geçmeye başlayan bir başka düşünce, yıllardır gardropta biriktikçe biriken, alındıktan sonra hiç giyilmemiş ya da bir iki kez giyilip bir kenara bırakılmış ıvır zıvırı elden çıkarmaktı. Nasıl? Blogdan komik derecede ucuz fiyatlara satarak. Fakat mesele şuydu ki, burası USA değildi ve benim insanım da bu tür şeylere ilgi duymazdı. Ben de satmayı beceremez, üzerine bir de dolandırılırdım!
Yanlış ülke, yanlış kolleksiyon, yanlış fikirlerden ibaretti her şey....
Bugün aklımdan geçmeye başlayan bir başka düşünce, yıllardır gardropta biriktikçe biriken, alındıktan sonra hiç giyilmemiş ya da bir iki kez giyilip bir kenara bırakılmış ıvır zıvırı elden çıkarmaktı. Nasıl? Blogdan komik derecede ucuz fiyatlara satarak. Fakat mesele şuydu ki, burası USA değildi ve benim insanım da bu tür şeylere ilgi duymazdı. Ben de satmayı beceremez, üzerine bir de dolandırılırdım!
Yanlış ülke, yanlış kolleksiyon, yanlış fikirlerden ibaretti her şey....
15 Kasım 2010 Pazartesi
Şimdi, Şu An...
Nihayet döndüm çok yüzlü kente. Vapurları, adaları, balık ekmekçileri ve bir de kestane kebapları özlemiş olarak. Bugünün hedefinin hangi yön olması gerektiğini düşünüyorum. Adalardan biri? Güzel Beyoğlu? Galata Kulesi? Yoksa Yeşilköy mü? Hey gidi koca kent... İnsan nasıl da şaşırıyor nereye gideceğini. Kadıköy, Moda, hatta Bahariye... Karşı tarafta, çok uzakta kalıyorlar diye planlara nadir dahil edilen çocukluğumun semtleri.
Ne şanslı bir kerata olduğumu düşünüyorum bazen. Çok güzel semtlerde büyümüşüm. Çok şanslı bir insan olduğumu düşünüyorum sıklıkla. İş hayatına yeniden ve kalıcı olarak dönmeden önce İstanbul'u sonuna kadar yaşamışım.
Diyorlar ki bana iş arkadaşlarım, istediğim zaman İstanbul isteğinde bulunabilirmişim. Dönüp gelmek, bu şehirde yaşamak, bu şehirde çalışmak ve bu şehri bu şehir yapan bütün o tarihi ve doğal dokuyla iş ilişkisi kurmak... Bazen cazip bazen de alabildiğine korkutucu. Belki birgün...
Şimdiye, şu ana bakmak lazım. Ortaköy mü? Boğaz turu mu? Müzeler mi? Eminönü mü?
13 Kasım 2010 Cumartesi
11 Kasım 2010 Perşembe
Ah Be Güzelim İstanbul!
Ah be İstanbul... Güya renkli şehirsindir. Güya vazgeçilmezsindir. Güya demek de abesle iştigaldir gerçekte. Çünkü evet, şüphesiz öylesindir. Hani Ankara'ya gidişin en güzel yanı İstanbul'a dönüştür ya, hani Ankaralı sıkıcı, Ankara da bıktırıcıdır? Gel gör ki, güzelliğinin kaderi bir elin parmağını geçmeyecek sayıdaki duyarlı Ankaralı'nın ve Ankara'nın elindedir. Canım Beyoğlu'nun, ciğerim Kadıköy'ün, yeşil Beykozun ve nice semtin ruhuna ruh katan o nefaset, o tarihi tescillenmiş, o güzelliği kayıt altına alınmış binaların, o yeşil alanların, bahçelerin, arsaların olduğu gibi kalması için bir avuç Ankaralı saçını başını yolmak, değirmenlere bir başına saldırıp uğrunda da neyi varsa feda etmek pahasına her allahın günü savaşmaktadır. Canım İstanbul, sen bir köşede umarsız uyuklarken, senin el değmemiş kalman için savaşan mini mini insanlar yitirilen her parçan için kendini Ankara meyhanelerine atmaktadır. Ankara'nın barlarındaki biralar, şaraplar uğruna oluk oluk akmaktadır be güzel İstanbul! Şimdi söyle bana, ben sana geldiğimde sen de beni, benim seni sahiplendiğim gibi sahiplenecek misin? Basacak mısın beni bağrına? Avutacak mısın?
Resme Dair Not: 1900 başlarında İstiklal Caddesi ve Tokatlıyan Oteli.
10 Kasım 2010 Çarşamba
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)