Çok klişe bir insanımdır ben. Örneğin millet döne döne festival filmleri izleyip, Mogadişu sinemasının "biir harikaaa" olduğundan dem vururken, benim döne döne izlenecekler kategorime her daim Amerikan sineması damgasını vurmuştur. Özellikle Bridget Jones's Diary serisi...
Ah o sarsak, tombak, yarı ebleh, alkolik, tırlak ama koca kalpli Bridget!
Yılda en az bir kere arka arkaya izlerim bu kurgu karakterin adına çekilen iki filmi. Klişelik bu ya, hep aynı sahnelerde güler, aynı sahnelerde hislenir, aynı sahnelerde küfrederim. Tarafımdan bunca izlenmişliğine rağmen filmlerden aldığım zevk bir gıdım olsun azalmaz. Nedir bu yılmak bilmez izleyicilik halinin nedeni? Mükemmellik kavramından alabildiğine uzak bu kadın karakterle kendi arızalarım arasında kurabildiğim ilişki tabiki!
İlk filmin çok sevdiğim bölümlerinden birinde Bridget kendisini müthiş yemekler hazırlayabilecek ve hazırladığı muhteşem yemekleri saygın bir arkadaş toplantısında zerafetle servis edebilecek potansiyele sahip sofistike bir kadın olarak hayal etmeye başlar. Bir yemek tarifi kitabından bulduğu Fransız yemeklerini hazırlamaya girişir. Sonuç: Pırasa çorbasına koyacağı pırasaları saracak ip bulamayınca kullandığı çamaşır ipinin boya vermesiyle mavi renk alan bir çorba ve ana yemek olarak neyi düğü belirsiz bulamaçlar elde eden bir Bridget. Yemeğe gelen konukların önlerine konulan garabet şeyler yüzünden sergiledikleri çeşitli yüz ifadelerini ve aç kalışlarını hiç anlatmıyorum.
Gelelim bu hikayenin hayatımla paralelliğine... Olay: Yılbaşında evine davetli olduğum arkadaşıma götürmek üzere hazırladığım patates salatası. Sonuç: İçine değişiklik olsun diye kattığım kırmızı lahanaların patatesleri hiç de iç açıcı olmayan bir kırmızı renge boyamasıyla birlikte yarattığım füzyona dehşetle bakakalan arkadaşlarımın bilhassa masanın patates salatası köşesinden kaçınmaları!
Hay bin sofistike Bridget Jones hay beşbin füzyon earinna!
0 yorum:
Yorum Gönder