Bu yazacaklarım kimse için değil. Kendim için bir de
ömrü yazarak başlayıp biten Özlemim için. Benim için de onun için de hep elde
kalem yazmak vardı. Aynı dili konuşuyorduk ama farklıydık. O yazar anında
yayımlar. Ben yazarım yastık altı. Hala öyle. Öyleydi. Bir kereliğine sessizlik
bir kenarda kalsın.
Yıl 87. Ataköy’e
yeni taşınmışız. Kimseler yok tanıdığım. Ev TRT lojmanı. Biz memur gelir
grubuyuz. Ataköy’ün geri kalanı lira zengini. Yaşıtlarım farklı dil konuşuyor
ben farklı. Çocukluktan çıkmamış gözlerimle büyümüş de küçülmüş kız çocukları görmekten
şaşkınım. Anneleriyle yaptıkları markalı mağaza alış verişlerini anlatıp giysi
envanteri çıkarıyorlar. Ne giydiğime hiç dönüp bakmamışım o güne kadar. Annem giydirmiş.
Ben giymişim. Üstümü başımı süzüp o dakka sıfır notunu basıyorlar. Ataköy’deki sosyal
hayatım başlamadan bitiyor. Kadıköy sokaklarında alıştığım kocaman arkadaş
grubu yerini ev sessizliğine bırakıyor.
İşte o zaman alt kata taşınan TRT’ci İsmail Bey’in
kızıyla tanışmaya gönderiliyoruz. Aslında bu kız ablamla yaşıt. Ben niye
iniyorum bilmiyorum. Meraktan belki? Komşuluğun mühim olduğu zamanlar. Sevdiğiniz
bir komşu buldunuz mu hayat birlikte geçiyor. Bugün istemezdim. Ama o zamanlar
iyi ki öyleymiş. O kadar küçüğüm ki... İlkokul 5’im daha. oyuncak ayımı
kucağıma alıyorum, ablamın peşinde bir kat aşağıya iniyorum. Kapı açılıyor. Karşımıza
özlem çıkıyor. O zamanlar moda. Saçları yer yer sarı meçli. Gözleri kalemli. Tırnakları
ojeli. Hep olduğu ve olacağı gibi bakımlı bir lise 1 öğrencisi. Bizi küçük
odasına davet ediyor. Odası tam bir 80’ler kız odası. Sevilen sanatçıların
posterleri. Renk renk tokalar, ojeler, süs eşyaları, kasetler, kalemler,
defterler... Kucağında ayıcıkla gelen kız şeker dükkanının içinde buluyor
kendisini. Bakacak o kadar çok şey var ki... Çok sürmeden dikkatimi Özlem’e
veriyorum. Hızlı hızlı, ellerini kollarını savurarak, neşeyle konuşuyor. Enerjisi
bulaşıcı. Hemen kaynaşıyorlar ablamla. Ben hala çekingen. Benden 3 yaş
büyükler. Orada fazlalık mıyım sanki?
Özlem bana dönüyor. Sehpanın üzerinde duran bir
fotoğrafı gösteriyor. Çerçevesinin içine özenle yerleştirilmiş adamı tanıyorum.
Duran Duran grubunun bas gitarcısı John Taylor. Soruyor “sence bu adam nasıl?”.
Elim ayağıma giriyor. Bu havalı kız odadaki varlığımı ve hatta salakça
sarılmakta olduğum oyuncak ayımı görmezden gelmek dururken ilgisini bana
yöneltmiş. Öyle heyecanlanıyorum ki aslında çok yakışıklı bulduğum John Taylor’a
“öğk!” diyiveriyorum. “Aaa!” diyor Özlem gülerek. “Bence çok yakışıklı John Taylor. Aşığım ona.” Sonraki yıllarda ve kısacık ömrünün kalanında, iflah olmaz
bir rock müzik dinleyicisi olacak Özlem. Türkiye’nin en kaliteli, en başarılı
rock müzik icracılarıyla tanışacak, röportaj yapacak, dost olacak. Ama o gün...
tanıştığımız gün... John taylor’ın, bir pop ikonun yakışıklılığına dil
uzattığım gün olarak kazınıyor ortak tarihimize. Ve Kumrular’ın Özlem böyle giriyor
hayatıma. Bir daha çıkmıyor.
Yıllar yaşadığımız evleri, kentleri, hatta ülkeleri
ayırıyor. Bazen iletişim kopuyor, bazen adresler belirsizleşiyor, bazen eğitim
bazen iş bütün vakti alıyor, zaman olmuyor. Sonra dönüp geliyoruz birbirimize. İlk
gün neysek o olarak. Özlem bir fırtına gibi giriyor kaldığı yerden hayatıma. Sürekli
yeni şeyler öğrenip, yeni şeyler deneyen bir enerji tornadosu olarak. Yeni bir
dille, yeni bir kitapla, yeni bir aşkla... Birbirimize koşuyoruz daima. Bir ömür
boyunca. Onun kısacık ömrü boyunca. Bana hiç yetmeyen ve yetmeyecek olan bütün
o seneler boyunca.
Haberini aldığım gün... Biz seninle birlikte Ataköy’deki
o küçücük odaya döndük Özlemim. Maceralarla, kitapla, müzikle dolduracağımız
koskoca bir hayat önümüzde. Pencereden yaz güneşi boşanırken. Müzik teybinde bangır
bangır Bulutsuzluk Özlemi çalarken. Biz kahkahalar atarak şarkılara eşlik
ederken. Gençken, gencecikken ve aşıkken ve önümüzde uzanan koskoca hayata nanik
çekerken... Biz... Birlikte.